Kategoriler

13 Mart 2016 Pazar

ŞİİR DÜŞTÜ DÜŞECEK Mİ?


Hayriye Ünal: Biz edebiyatta, iletişimde, gündelik hayatta niçin terminoloji sorunu yaşıyoruz. Terimler bir türlü oturmuyor. Biri a diyor onun a dediği şeyden öteki b anlıyor. Dili, Türkçeyi kullanma şeklimiz hakkında görüşleriniz nelerdir?
Şiirinizin diline dair özel çalışmalar yapıyor musunuz? Ne gibi?


Hamza Günerigök: Dünya gittikçe karmaşık bir hâl alıyor. Bunu sadece terminoloji ve ifade unsurlarının çeşitlenmesi anlamında söylemiyorum. İnsanların birbirini anlayamayacağı kadar karmaşık süreçler yaşıyoruz. Sosyolojik bir değerlendirme yapmak niyetinde değilim. Bir ülkeye sığınan bir mülteciyi bir insan acıyarak sahiplenebildiği gibi bir diğeri çelme takıp düşürebiliyor. Şimdi temel insanî tavırların bile aynı olay ve nesneler karşısında değişkenlik gösterdiği bir dünyada “terminoloji” konusunda sorun yaşamak, birinin a dediğini ötekinin b anlaması zannediyorum çok şaşılacak bir durum değil.
Dilin kendine ait bir paradigması var. Her şeyin hızla ilerleyip değişim gösterdiği bir dünyada dilin paradigması bu yeni (aslında beklendiği hâlde beklenmedik) durum karşısında yaşamı, bireyin çıkmazlarını ifade edecek terim ve kavramları tanımlamak için yetersiz kalabiliyor. Sana gönderdiğim son şiirde “bir hız tüketiyor bizi. kaçarak duruyoruz bizi / bizi yani insan soyunun / en son ayak basanı gök boşluğuna” demiştim. Yeni durum için yeni bir kavram arıyoruz. Bu da yeni, anlaşılırlığı sağlayacak terminolojiyi karmaşık hâle getirdi. Şunu da ifade etmek lazım; şiirimizi bugüne kadar getiren birçok kavram ve ifade ya yıprandı ya eskidi ya da işlevselliğini yitirdi. Dili yenilememiz lazım bu bir geçiş dönemi de olabilir belki de. Bilemiyorum. Ama dilin yenilenebilmesi için de bir duyarlılık yenilemeye ihtiyaç var. Yoksa hızla yalnızlaşan ve duyularını yitiren bireyin acımasızlaşan modern dünya, betonlaşan kentler karşısındaki çelişkileri ve tavırları anlaşılamaz. Toplumdan, yaşamın içinden, somut dünyadan bağımsız kavramlar ortak bir terminoloji kurmak için eksik kalıyor artık. Sartre yokken de varoluşçuluk vardı. Kısacası akımlardan, kuramlardan, terminolojiden çok sokaklar, gerçek hayat, çeşitlilik kazanan iletişim kanalları karşısında bireyin durumu ilgilendiriyor beni.
Sorunun benim dili kullanma şeklimle ilgili kısmına gelince; aslında her şairin, şiirini yaşar kılacak sözcüklerin ve dilin peşinde olduğunu düşünüyorum. Benim çabam da bu. Ama ortada duran bir şiir gerekliliği de var. Şiirin yazılması ve bireyin yaşam karşısındaki tavrının ortaya konulması şiirin dilinden öncelikli bir duruma dönüşebiliyor. Bu bir kaza geçirmiş ve yarı baygın olan birine acil müdahale yapılırken üstünün başının nasıl durduğunun o an için gereksiz bir detay olmasından farksız. Bu elbette kuramsal yaklaşımlardan uzak durmak değil ama şiir söz konusu olduğunda ve ben de yaşamın aktığı nehirde yıkanan bir insansam sezilerimle hareket edebiliyorum. Bunun bir kazanım mı bir eksiklik mi olduğunu düşünecek durumda değilim. Şairin şiirini yaşar kılacak kendi özgün dilini kurma çabası ister istemez kendi retoriğini de kuruyor. Sokakla, kentleşmeyle, yalnızlaşmayla, doğanın tükenişiyle yüz yüze olan insanın çıkmazlarını en iyi şekilde ifade edebilecek dil de gündelik dil olmalı. Necatigil de konuşma dili, gündelik dil, yazı dili ve şiir dilinin farklı olmadığını söylüyor. Bu yüzden şairane olandan uzak durmak “istiyorum”. Şairane olana karşı durmak öncekini dışlayarak bir dil kurmak değil tabii ki. Dilini inşa ederken nesnelere, somut olana dokunabilmeli şair. Rilke’nin dediği gibi görünenin balına talip olmalıyım. Bunu yaparken yalın olmak... Bunu ne kadar başardığımın farkında değilim. Bunu anlamam için kendi şiirime, şiirimin dışından bakabilmeliyim. Şu an ise şiirimin tam ortasındayım. Bunları söylemek şiirin diline dair yaptığım özel çalışma mı? Değil ise şunları da ekleyeyim. Birincil tekil özne dışında şiirde diğer öznenin pek bir etkileyicilik gücü kalmadı. “Ben”in dışında başvurulan özne hamasi ve gerçeklikten uzak kalabiliyor. Şiirin çizdiği çerçeveyi anlatan “ben”im. Dilde bazı tekrarlar anlatımı güçlü kılıyor bana göre. Tekrarlamak günlük dilden uzaklaşmak değil. Şaşkınlık içinde olan bireyin içsel haykırmaları, belki de şizofrenik bir durum. Günceli takip etmeye çalışıyorum. Güncelden kastım hem güncel şiir hem de yaşadıklarımızın bugünü. Şaşkınım, şaşkınlık içinde karşıladığım her yeni duruma yeni bir anlatım aracı arıyorum. Toplum hayatını, gündelik olanı ve modern dünyanın kıskacında olan insanı anlamak için sokağa iniyorum ve durmadan haber takip ediyorum. Galiba işim dolayısıyla haberin içinde olmam da benim için yeni bir dilin imkânlarına erebilecek malzemeyi toplamam için büyük bir nimet.    


Hayriye Ünal: Şiir; insan sayısı arttıkça ve ifade araçları geliştikçe, görsel paylaşımlar, vatsap gruplarıvb. hazır ifade kalıplarıyla yaygınlaşan iletişim sonrası değerinden kaybediyor mu sizce? Bir şeyi şiirle ifade etmek, “şair olma arzusu” olmasa, hâlen değerli bir şey mi sizce?

HamzaGünerigök: Bazı evrensel duygular, her bireyin sadece kendi dönemine aitmiş gibi hissettiği ama her dönemde insanın peşini bırakmayan bir özelliğe sahip. Mesela yalnızlık, sadece çağımıza özgü bir durum değil. İletişim kanallarının durmadan arttığı ve çeşitlendiği bir süreci yaşıyor insanoğlu. Ama sanayi devriminden günümüze bu durum hep kendinden önceki kuşağı şaşırtacak düzeyde gelişerek bugüne geldi. İnsan sayısı da hep arttı, hatta bu ilk insandan bugüne böyle süregeldi. Karşı karşıya olduğumuz problem günümüze ait bir problem değil. Problem olan kısım yeni ortaya çıkan bilginin aynı anda başka yerlerde olabilmesi ve iletişim araçları artarken yalnızlığın azalmıyor olması. Bu iletişim hızı nereye varır? Kestirilmesi güç.
Meseleye önce şiirin araçsallaşması açısından bakmak lazım... Ben şiire hiçbir zaman bir araç gözüyle bakmadım. Şiir benim için durmadan yoğunluk kazanarak genişleyen bir yaşam biçimi. Görsel paylaşımların yapılabilmesi şiirde deneysel yaklaşımlara zenginlik sunabilir. Ama ifade araçlarıyla şiir olanın daha çok insana ulaşabilmesi şiire bir değer katmaz. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Turgut Uyar, Fethi Naci tarafından yapılan bir söyleşide İkinci Yeni diye bilinen şiirin okur tarafından fark edildiğini ve “okur sayısını azaltacak kadar güçlü” olduğunu söylüyor. Haksız da değil. Şiir kalabalıkla organik bağını bir şekilde koparmayı başarmış küçük bir zümrenin yanındadır. Bu anlamda gelişen ifade araçları deneysel yaklaşımlara ancak malzeme taşıyabilir. Şiire nitelik katmaz.
Bir şeyi şiirle ifade etmede bir süreklilik yoksa şiir için bir anlamı da yoktur bana göre. Yine Rilke gibi söyleyecek olursam sanıldığı gibi mısralar duyguların değil yaşanmış olanın verimidir. Şiirsel bir taşkınlıkla ortaya çıkan olsa olsa histir, şiir değil. Şu da bir gerçek; şairlik, “şair olma arzusuyla” başlıyor zaten. Ama söylenenin şiir, söyleyenin şair olması, bireyin şair olmanın verdiği kaotik durumu fark etmesi ve [bilinçli olarak] bu kaotik durumu kabullenmesiyle mümkün.

Hayriye Ünal: Neden-sonuç ilişkileri sanki edebiyatın problemi değilmiş gibi algılanıyor. Edebiyatın sorunlarına kafa yorarken bir sistem, bir teori gerekmiyormuş gibi düşünülmekte. Şiir akılla ilgili değilmiş gibi yaygın bir kanaat var. Akıl-duygu akıl-kalp vb. ayrıştırmalar sizce niye var?

HamzaGünerigök: Kim böyle algılıyor? Şiir duygusal olandan daha çok düşünsel bir çabanın verimi. Şairin sezileri önemli; ama teorisiz şiir inşa etmek havanda su dövmekten, dama merdivensiz çıkmaya çalışmaktan farksız bir durum. Deli saçması. Herkes bir şekilde kendi teorisini inşa ediyor. Teorisizliği savunmak bile böyle bir pratiği doğurur. Düşülen hata bana göre şurada; şairin kendinden sonra bir kuram bırakma çabası. Bu yanlış, o zaman şair değil kuramcı olunur. Şairden ve şairin kuramından sonra kalması gereken şiirdir. Kuram bilim gibi eskir, eklektik olarak farklılaşır. Baudleaire, Poe, Valéry gibi şairlerin kuramları çoktan eskidi. Asıl olan şiirdir, kuramın şiire nüfuz etmesidir.  
           
Hayriye Ünal: Türlerin tanımlanışı ve türleri birbirinden ayıran sınırların belirsizliği üzerine postmodern kafa karışıklığı eklendi. Kullandığımız aygıtlar, araçlar değişti. Daha komplike araçlar kullanıyoruz. Bunun gündelik yaşama pratik faydaları var şüphesiz, fakat “biri şu dağınıklığı toplasa” hissi var, yok mu? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?          

HamzaGünerigök: Postmodern kafa karışıklığının getirdiği nimetlerden biri, bir işaretler sistemi olarak dilin yeni değerlendirmelere müsait bir biçimde kullanılabilmesi. Ortaya konan metin bir döngü içinde tamama ermeden devinim gösteriyor.  Şiirsel olandan ve lirik coşkunluktan uzak durma kaygısı şiiri biçim ve anlam itibariyle yeni ve karmaşık bir türe yaklaştırdı. Kaldı ki bana göre her şiirin mutlaka iyi kötü bir öyküsü vardır. Şiirde de bir anlatıcı pekâlâ mümkün... Bu anlatıcı teatral metinlerden rol ve biçim de çalabilir. Son şiirime bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Zaman zaman şiirin geçirdiği bu eklektik değişimler şiirin sınırlarının ihlal edildiği anlamına gelmez. Türler arasında geçişkenlik sağlamak, yeni ifade araçları oluşturmak iyi bir fırsat da olabilir. Bırakalım sınırlar biraz karışsın. Zaten insanı dar bir alana hapseden de sınırlar değil mi? Mevzu dağınıklık ise toplum arasında yaygın bir ifadeyle söyleyeyim. “Bırak dağınık kalsın.”

Hayriye Ünal: Bugün şiirimizin en belirgin sorunu sizce nedir?

HamzaGünerigök: Öncelikle bir eleştirmen problemi yaşadığımız ortada. Dergilerde esaslı eleştiri yapmaya çalışanların sayısı yok denecek kadar az. Eleştirmenden kastım bir şairin bir başka şair hakkındaki değerlendirme yapması değil. Eleştiriyi bir tür olarak dert edinmiş ve şiirimizin gelişimi için bu işe kafa yoran kişiyi kast ediyorum. Nitelikli eleştirmen genç şairinin kendi şiir serüveninde yol almasını sağlayabilir. Bu eksiklik genç şairleri bazı dergi ortamlarına yayınevlerine kanalize ediyor. Ortamlara dâhil olma kaygısı yeni bir şiir açılımını henüz yolun başındayken bastırmış oluyor. Onlar gibi olmak, onlar gibi yazmak kaygısı 2010 kuşağının en büyük çıkmazı galiba. Bu yüzden bizim diyebileceğimiz bir kuşağı arıyorum. Ortalıkta görebildiğim çok ama çok sayıda arkadaş var. Bu belirgin bir sorun. Bir birliktelikten söz etmek mümkün değil. 2000 kuşağı da bireysel çabalarla vardı. O birikimin bugün beslenebildiğini söylemek güç. Önceki kuşaklardan bazı isimler etrafına topladıkları gençlerle sağa sola saldırıyor. Bu zaman zaman dillendirilen bir çetecilik... Onlar gibiysen yaşamayı hak edersin, değilsen vur abalıya.
Edebiyat bir mücadele alanı olsa da edebiyatın hep ruhları teskin eden bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. En çetin savaş dönemlerinde bile ortaya konan edebi metinlerde insanı umutlandıran kırıntılar vardır. Vercors’un“Susan Deniz”ini hep böyle bir umut duyumsayarak okumuştum. Keşke bu dönemi de edebi metinler üzerinden konuşsak ama yok. İnsanlar edebi ürünler üzerinden değil; bireysel saplantılar, politik hırslar üzerinden saldırıyor birbirine. Atlar tepişmiş şiir ayaklar altında kalmış kime ne? Bu durumu henüz uzaktan izleyen biri olarak zaman zaman bir adım geriye doğru gitmek istediğimi itiraf etmeliyim. Şimdilik sadece dışında kalmak istiyorum bu bireysel hırsların. Bir de tabii sosyal medya var. İnsanlar tweet atarak ve etrafında topladığı insanlardan birkaç RT alarak edebiyat tarihine tutunmaya çalışıyor. Bu trajik bir durum... Ama beni rahatsız eden bir başka problemse özellikle genç şairlerin hiç yoktan elde ettikleri ifade vasıtalarıyla çok üst perdeden atıp tutmaları. Biraz tevazu ya hu… “Şiir” sorunundan önce “şair” sorununu halledebilirsek işimiz daha kolay.
Eleştirinin yeni ürünleri beslediği, şairin sırtını patrona dayamadığı, insanların birbirini anlamak için birazcık da olsun çaba gösterdikleri bir dönem düşlüyorum. Gelir mi? Umutsuz değilim. Umutsuzluk kavramını sevmiyorum.        

Hayriye Ünal:Ortamdaki ayak oyunları, çetecilik konusuna değinmek istiyorum. Şiir tarihi düşüncesi, şairleri şiir düşüncesinden nasıl uzaklaştırıyor? Peşinen “tarihe kalma arzusu”nun bir başına ayıp olmadığını düşünüyorum. Bir davranış bozukluğu ürettiği ve şiir eleştirisinde samimiyetsizliği kural hâline getirdiği için konuşulmaya değer belki. Dergi editörlerinin şair seçimlerinden, kitap basma konusunda yayınevlerinde genç şairlerin yaşadıkları zorluklara kadar her şey şairin şiirdeki istikametini etkiliyor. Genç şair, ona iç sesinin buyurduğunu mu, dış dünyanın buyurduğunu mu yapıyor? Şiirde ilerlemek istediği yolu, bir takım ortamlara dahil olma adına sürdüremediği, şiir tarzını bile koruyamadığını söylemek bile mümkün. Burada genel anlamda şairin “olduğu gibi olma özgürlüğü”nü kısıtlayan büyük mekanizmalar söz konusu olduğu kadar, şairin “kabul edilme arzusu” da söz konusu. Daha genç yaşta teslim olunan bir konformizm, sürü mantığıyla hareket etmek, kirli rekabet yapmak… kaynağı ne olursa olsun, nasıl o şiirde bir başkaldırının önüne geçmez, nasıl muhalif bir tavrı sağlayabilir? Eleştiri de güdümleniyor böyle bakınca. Ve tabii yaşlı şairlerin çeşitli kurum, yayınevi, etkinlik vb. belirleyici konumları varken genç şairin izleyeceği yol “çaresizlikler”le dolu diyebiliriz. Bu durumlara karşı, siz n’apmaktasınız? Neyi isteyip de yapamıyorsunuz? Neleri nasıl aşabiliyorsunuz?

HamzaGünerigök: Hayriye sen durumu soruda ortaya koymuşsun zaten. Ama bu kadar da karamsar olma lütfen. Genç şairin çaresizlikten kurtulabilmesi için gençliğin verdiği enerjiyi ve ancak gençliğin ortaya koyabileceği özgünlük gücünü fark etmesi lazım. 2010 kuşağı henüz bunun farkında değil. Gelişen internet ağlarının, sosyal medyanın, tüketime dayalı oluşturduğu şokun etkisi altında... Ama inanıyorum bu şoku bir şekilde atlatıp kendi kimliğini yazınsal türlere yansıtacaktır. Edebî ortamlar insanların kendi mecralarında gelişim gösterdiği ürün ortaya koyduğu ortamlardan ziyade eleman devşirme kampları gibi çalışıyor. Bu durum karşısında yaptığım; gruplaşmış, saldırganlaşmış, üründen çok kişiyi önceleyen ortamlardan uzak durmaya çalışıyorum. Bazı isimlerin sadece edebi anlamda ortaya koyduğu ürünlerine odaklanıyorum. Kişileri ve tartışma üsluplarını bir şekilde görmezden gelmeye çalışıyorum. Geçmiş birikimin günümüze ulaşıncaya kadar geçirdiği dönüşümü anlamaya çalışıyorum. 

Hayriye Ünal: Peki, Hamza. Genel anlamda umutsuz olmadığını söylüyorsun, ben de karamsarım haklısın amasen de sosyal medyanda tadı kaçmış bir dünyadan gitmekle ilgili isteğini belirtiyorsun. Şiirlerinde de ilerleme, kentleşme eleştirileri sıklıkla yer alıyor. Mutsuz bir özneyi sezdiriyor bu bize. Dünyada mukim ve dünyanın (ve dünya nimetlerinin) kullanıcılarından biri de sensin. Şair kimliğin sana bu itiraz haklarını verirken, kullanıcı olarak yaşamın sürüyor. Bu doğrultuda sana şu sorularım var: Şiir hayatla sınanmama lüksüne sahip midir? Eleştirel duruş, bir şairin kimliğini oluştururken neleri kapsayabilir? Sözün ne tür bir yaptırımı vardır?

Hamza Günerigök: Bahsettiğin iletide “Tadı kaçmış bir dünyada yaşıyoruz. Neyse ki hepimiz gideceğiz buralardan.” demiştim. Biraz pes edip geri çekilen bir tavrı yansıtıyor. Bunu son zamanlarda sıkça acısını duyumsadığımız göçmen trajedisi karşısında yazmıştım. Kendi başlatmadıkları ve başladığı zaman henüz dünyada olmadıkları bir savaşın bedelini çocuklar derin sularda boğularak ve cansız, küçük bedenleri kıyılara bir balık gibi vurarak ödüyor. Acı hep vardı; ama şimdi daha yoğun, geniş bir coğrafyada ve daha gereksiz nedenlerle var. Acıdan daha trajedik olansa diğer insanların, acıya kapılmış insanları büyük bir soğukkanlılıkla kurgusal bir metne bakıyor gibi izlemeleri.
Kendi adıma beni yazmaya iten; insancıl olandan hızla uzaklaşarak mekanikleşmemiz... Robotlar modern dünyada henüz insanların yerini alamadı. Ama insanlar gönüllü olarak robotlara biçilen rolü çaldı. Kentleşme eleştirilerimin temelinde bu yatıyor. Hızla yeşilin ve doğanın tükenişi, hızla insanın biçim değiştirerek robotlaşmasıyla atbaşı gidiyor.  Evet, bu tablo dünyanın tadının kaçtığının göstergesi… Ama bu tablo karşısında çekip gitmeye sığınmak aşırı romantizmden ileriye gidememektir. Sosyal medyada yazdığımın aksine şair; kalan, gitmeden direnendir. Yine klasik konusu, bizi hep kurtarmaya çalışan Amerikalıların dünyayı kurtarmaya çalıştığı bir filmde izlemiştim. Filmde bazı bilim adamları ve yine bazı politikacılar dışında dünyanın sonunun geldiğini Maya medeniyetinin öngörüsüne göre önceden anlayan bir radyocu var. Herkes gibi kaçmak yerine kalıp bir tepeye çıkarak kıyameti tüm çıplaklığıyla henüz yıkımın ulaşmadığı yerler için anlatmaya kararlı. Bu yıkım nerden başlayacak diye bağlanan bir dinleyicisine “böyle bir şey ancak Hollywood’da başlayabilir” deyip alttan alta subliminal mesajlar da veriyor. O başka… “Ben Charlie Frost, pek yakın bir tarihte dünya üzerindeki en büyük faal yanardağ olacak Yellowstone millî parkından canlı yayınla sizlerleyim.” diyerek bir de artistlik yapıyor.  Ama bu çılgın adamın duruşu önemli, felaket bulunduğu yeri yok edinceye kadar yayınını sürdürüyor. Bir spor müsabakası tabiriyle bu bir alan savunmasıdır. Bu tabloyu dinleyicilerine de aktardığı için üzerine gelen felaketi kollarını açıp gülümseyerek karşılıyor. Şairin de durduramazsa bile acıya, kentleşmeye, yozlaşmaya, yıkıma karşı duruşu budur. Bu olmalıdır. Bu, şairin hayatla sınanma karşısındaki duruşudur.
Eleştirel duruşun sınırları ise şairin sanat dünyasının sınırlarının ulaştığı tüm alandır. Bu, gerçekten beslenen ve kimi zaman hayalle ifade edilebilecek izafi bir dünyadır. Los Angeles’ta yaşayan bir yapımcıdan dinlemiştim. Hollywood için “burada hayal kurabildiğin ölçüde kazanırsın” demişti. Sözün de dilin paradigması içinde geniş bir eylem alanı var. Ama sözün yaptırımı ise sadece sözün etki alanına talip olan için söz konusudur. Biz yine de son sözü Yunusça diyelim:
“söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz”

Hayriye Ünal: Şiirin bugünkü hızlı dünyada önemi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu noktada “edebiyat yapmadan” gerçek bir fikre ihtiyacım var. Çok önemli olmak ve önemsizleşmek arasında salınıyor şiir. Herhangi bir suçlu aramıyorum. Bireysel olarak sizin dünyanızda şiir niçin önemli? Veya öyle mi? Burada olduğunuza göre önemli. Niçin?

HamzaGünerigök: Dünya büyüyüp hızlandıkça biz küçülüyor ve dünyanın hızına yetişmeye çalışıyoruz. Meseleye sadece şiir tekelinden bakmadan şunu söyleyebilirim. Her edebi araç bu hızdan kopmamak ve hızlanan dünyanın hızıyla savrulmamak için tutunulan can simidi… Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünden küçük bir alıntı yapayım. Şöyle diyor: “Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Öncelikle deli olmamak için yazıyoruz galiba. Çünkü edebiyat hayata tutunabilmek etrafımızdaki nesneleri anlamlandırmak toplumsal olana dokunmak için erişimi kolay bir araç. Neden şiir kısmına gelince; bir ifade biçimi ararken yanı başımda ilk şiiri buldum. Şiirin içine girmenin daha kolay olacağını, kendimi pratik anlamda daha iyi ifade edebileceğimi, ellerimin ulaşamadığı yerlere şiirin daha kolay ulaşacağını düşünmüştüm. Bu düşüncem uzun sürmedi. Yanıldığımı şiirin ilk kapısının araladığımda fark ettim. İçerde art arda açılmayı bekleyen başka kapılar vardı. Hemen çözümleyebileceğim bir tür gibi duran şiir daha kaotik ve çetin çıkmıştı. Şiiri bugün benim için önemli kılan da bu kaotik ve kavgaya müsait ortamda gönüllü olarak duruyor olmam. Ama şiir, hayatımda şurada ya da burada diyemiyorum. Çünkü konumlandırma yapabileceğim böyle münferit bir yer yok. Ailemiz, işimi, kendimize ait bir yaşam alanımız ve dünyayı algılama biçimimiz var. Şiir tüm bunlarla beraber yürüyor. Bir savaşla, kesilen bir zeytin ağacıyla, betonlaşan yeni bir sokakla, haber okurken yeni bir haberle, etrafımda beni etkileyen yeni bir nesneyle karşılaştığımda şiirle düşündüğümü, nesneleri olayları şiirle algıladığımı fark ediyorum. Yani şiir, bir şekilde çıkarıp bir kenara koyamadığım kafamın içinde; benimle beraber yürüyor.     

Hayriye Ünal: Matbuu gereçlerin yerini elektronik gereçlere bırakmasıyla şiire neler olacak? Şiirin gereçlerle ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

HamzaGünerigök: Ben biraz gelenekçiyim galiba. Kindledan kitap okuyamıyorum. Kitap okurken çizmeli, karalamalı, üzerine notlar almalı, gerekirse koparmalı, yırtmalıyım. İnternetten şiir okumak hoşuma gitmiyor. Çabuk yoruluyorum. Şiir matbuu bir gereçten okunmalı bana göre. Yazılarımı ve şiirlerimi de elle yazıyorum önce. Mekanik bilgisayar tuşları yoğunlaşmamı engelliyor. Böyle düşünüyorum. Yine de elektronik gereçler şiirde yeni anlatım kanallarının arandığı bir dönemde deneysel çalışmalara katkı sağlayabilir. Ne gibi? Bilemiyorum. Şiiri geri götürmeyeceği kesin.     

Hayriye Ünal: Şairin kendi acısı ve başkalarının acısı şiirde müşterek bir alanda ne kadar buluşabilir? Dünyadaki tüm zulüm ve kıyımlar karşısında şairane bir sorumluluk hissi taşıyor musunuz? Bunun şiir diline doğrudan girişi –bildiğiniz gibi- çoğu zaman hamaseti doğurur, doğurmuştur da nitekim. Fakat Türk edebiyatçısının makûs talihi “edebî kariyer” için siyasileşmekten geçer. Bu tuzağa düşmeden şiirde insanî müşterek yaratmak konusunda ne düşünüyorsunuz?

HamzaGünerigök: Hayriye soruların çok uzun ve kapsamlı. Soru içinde soru var. Umarım daha geniş bir platformda bu soruları tartışırız. Önce Türk edebiyatçısının makûs talihi dediğin “edebî kariyer için siyasileşmek”ten başlayayım. Bu, günümüze ait bir durum değil. Patronajın bizim sanat geçmişimiz üzerindeki etkisi diğer toplumlardan daha fazla galiba. Patrimonyal toplumlarda sadece edebiyat değil bütün sanat araçları bir şekilde egemen hükümdara, sınıfa, iktidara, baskın siyasi yapıya doğru yol alıyor. Günümüzde patronajın bir talebi olmasa da [kariyerden daha ağır bir ifadeyle] “edebî alanda görünmenin oluşturduğu rant”, şairi ya da edebiyatçıyı siyasileşmenin eşiğine sürüklüyor. Bu tehlikeli bir tuzak…
Şair şiirde kendi kişisel acılarını işlerken dikkatli olmalı; çünkü şiir, şairin bireysel tarihini yansıtan bir belge değildir. Dünyadaki zulüm ve kıyımlar, insanların kutuplaşması ve değer yitimi karşısında elbette içimiz yanıyor. Birkaç gün önce henüz doğmamış bir bebeğin kafasına bir şarapnel parçası isabet ettiği haberini okudum. Bu dünyadaki kirliğin henüz ne olduğunu bile bilmeden hatta bu dünyaya gelmeden bir zulme maruz kalıyor çocuk. Yaşamı şiirle algılayan biri bu kıyımlara elbette bigâne kalamaz. Kalmamalıdır. Bu işin şiirle bakılabilecek yönü. Ama hangi konuda olursa olsun hamaset yapmak şiirin ruhunu kirletiyor. Şair her acıya dokunabilir, bir kuyumcu titizliğiyle; ama acıdan rant elde etmek, acıyı metalaştırarak hamaset yapmak şairin işi değildir. Kaldı ki bu üslup politikacının da işi olmamalı. 
Yeryüzündeki acılar, kıyımlar aşağı yukarı hep vardı. Toplum da nice nesiller eskitti ama hâlâ aynı şeyleri beğeniyor. Çoğunluğun, egemen grubun şairi olmaya niyetlenmiş kişi baştan kaybetmiştir. Sanat; siyasileşerek, kalabalığın nabzına göre enjekte edilen bir ilaç değildir. Olmamalıdır.  Çok geçmişe gitmeye gerek yok, yakın tarihimize bakalım lütfen. Kalabalığın, siyasetin, devletin, resmi ideolojinin şairleri bugün zihin tutuşturacak bir kıvılcımdan bile yoksunlar. Bugün edebî kariyer için siyasileşenleri de emin olun yarın kimse hatırlamayacaktır bile. Asgari müşterek tribünlere dönmeden, rant beklemeden insanî olanı şiir paydasında buluşturmakla mümkün olacaktır.      


(Hece Dergisi, Sayı 227)

Genç Şair Oturumu'n tam metni için Hece 227. sayıya bakılabilir.