Kategoriler

15 Kasım 2021 Pazartesi

YENİ BİR BAŞLANGIÇLA YENİDEN MERHABA…



 

Twitterda dolaşırken buldum bu fotoğrafı biri paylaşmış Allah var güzel fotoğraf.
Galiba şimdi bu kadar yakışıklı değilim. İçerdeki hesabımda kalan paramı almak için banka şubesine gittim geçen gün. Veznedeki abla beş yıl önceki kimliğime baktı, sonra bana baktı. “İçerdeydim abla” deyince işlemimi yapmadı. Kadın korktu resmen. “Neden abla, neden?” Dedim. “Fotoğraftaki adama benzemiyorsun” dedi. “Ya” dedim “mapusluk” dedim “adamı eskitiyor biraz” dedim. “Haklısın” dedi. Yine de yapmadı işlemi. Sağ olsun yan veznede vicdanı ölmemiş bir abi vardı, “gel ben hallederim” dedi.

Neyse mesele bu değil.

Fotoğrafı Çekene de paylaşana da teşekkürler. Algı yönetimi de güzel, jandarma kardeşimizin eline verilmiş kabarık boş bir dosya yığını. Benimle ilgili olan tek belge elimdeki dürülü kağıt. Onda da suçum yazmıyordu. İçerde 57 ay geçti çıkarken prosedür gereği gerekçeli kararda ne yazıyor diye soruyorlar. Bu sefer başka dürülü bir kağıdı açtım. 57 ay sonra gelen Yargıtay kararında benimle ilgi geçen tek bir cümle… Olmayan “delillerin dosyaya gelmesi beklenmeden karar verilmesinin sonuca etkisi görülmemiştir” İfadesini okudum. Ve bu, maalesef ülkenin nihai yargı merci Yargıtay’ın kararı. Sen 57 ay bir karar bekle seni böyle tek cümlecik bir ifadeyle anıp bir gerekçe gösteremeden uğurlasınlar. Olacak şey mi! Bu görüşmede yine prosedür gereği bir psikolog da var. Adama baktım şaşkın gözlerle yüzüme bakıyor. “Ha bi de cabasından 12 ay fazla yattım dedim.” Nasıl yani” dedi. “Önce yatıralım sonra bir delil buluruz elbette dediler sonuç bu”

Hukuk bu ülkede farklı dönemlerde ayaklar altına alınmıştı ama hukuksuzluklar hiçbir zaman bu kadar pervasızca olmadı.

Memlekette hukuk sisteminin geldiği müthiş nokta:

“15 Temmuzun arifesinde ihdas edilen sulh ceza hâkimliğinde hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklanıyorsunuz. Üstüne üstlük mühim bir şahsı yakaladık vaveylasıyla medyayı ayağa kaldırıyorlar. Boy boy fotoğraflarınızı görüntülerinizi türlü tezviratla yayınlatıyorlar. Hakkı söylemek karşısında sus pus olan medya mal bulmuş Mağribi gibi itibar suikastına girişiyor. Aylarca yıllarca hakkınızda bir iddianame bile düzenlenmeden hapis yatıyorsunuz. Tüm tahliye talepleriniz sadece bir cümlecik şablon bir ifadeyle reddediliyor, dilekçeleriniz okunmuyor bile. Siz bilerek isteyerek hayatta tek bir karıncayı bile incitmemişken ağır cezalarda yargılanıyorsunuz. Masumiyetinizi anlatırken hâkim bey mahkeme salonunun tavanında örümcek ağları arıyor, savcı bey bir bilgisayar ekranının arkasına gömülerek kendisini göstermemeye çalışıyor. Siz duruşma sonunda tahliye edilmeyi umarken aylarca yıllarca ötelenen duruşmalar girdabınızda buluyorsunuz kendinizi. Bu duruşmalarda hiçbir suç delili eklenemiyor dosyanıza. Hiç kimseye ceza verilmemesi gereken bir dosyada yargılamanın sonucunda herkes en ağır yaftalarla cezalara çarptırılıyor. Mahkemenin karar veremediğini, kürsünün arkasında gelen birinin hâkimin masasına bir not bıraktığını herkesin bu notta yazan cezalara çarptırıldığını gözlerinizle görüyorsunuz. Karanlık bir elin gölgesi dolaşıyor mahkemenin üzerinde.  Çağın tanığı ve bizzat mağduru olarak tanık oluyorsunuz bu korkunç tabloya. Hukukun bilinmez bir diyara göçtüğünün farkındasınız ama bir umut, üst mahkemelere gidip hakkınızı aramaya çalışıyorsunuz. İstinaf mahkemesi iki yıl beklettiği dosyanızı ne suçlamaları ne savunmanızı ne de korkunç mahkeme kararını okuyarak bir satırlık şablon bir ifadeyle reddediyor. Adaleti, hakkı tahsis etmesi gereken son merci Yargıtay da bir gerekçeye bile ihtiyaç duymadan üstelik hukuk tarihine geçecek korkunç bir ifadeyle “delillerin dosyaya gelmesi beklenmeden karar verilmesinin sonuca etkisi görülmemiştir” diyerek hiçbir somut delil sunulmadan, suçlamanın ne olduğu bile açıkça belirtilmeden, hukuk fakültesi 1. Sınıf öğrencisinin bile yapmayacağı türlü acemiliklerle dolu olan bir suçlamayı, cezayı onuyor. Tüm bunlar olup biterken dışarda daha hiç sarılamadığınız çocuğunuz büyüyor. Emekliyor, yürüyor, koşuyor, kapalı görüş camlarının önünde beklemeyi öğreniyor. Ve tüm bunlar olup biterken siz ilk derece mahkemesinin hukuksuzca verdiği cezayı çoktan yatmış bitirmiş oluyorsunuz, ama buna rağmen tahliye edilmiyorsunuz. Gerekçe Yargıtay kararının bulunduğunuz ceza evine gelmemiş olması. Koca koca binalara taşınan, türlü şovlarla açılışı yapılan yüksek mahkemenin bir noter gibi onadığı kararın, gelir gelmez tahliye olmanız gereken kararın, tutulduğunuz zindana ulaşması bile altı ay sürüyor. Gösterişli binalarına rağmen en ilkel bir çağ vicdanıyla yürüyen işlerin tanığı ve mağduru olarak yaşıyorsunuz. “

Çıktığımdan beri etrafımdaki insanlar bir şey yazma memlekette hukuk yok bak bir daha alır götürürler diyor. İnsanların yüzlerinde, içlerinde bir korku… Sevdiklerinin alınıp götürüleceği korkusu… 1710 günlük bir esaretten sonra sadece merhaba diyecektim. Gökyüzüne, bulutlara, ağaçlara, yeşile, dümdüz bir yola, toprağa, kitaplarıma, akıp giden hayata bir merhaba diyecektim sadece ama yazı elimde olmadan uzadı. Yukarıda ikinci çoğul şahsın ağzından cümleler belki birazcık empati nedeni olur. Hapishane tuhaf bir yer doğrusu kimisi korkular biriktiriyor, kimisi de tüm korkularından, yüklerinden sıyrılıyor. Ben ikinci gruptayım galiba. Hapishaneyle insanların fikirlerine, özgürlük düşüncelerine, inançlarına hükmedebileceklerini zannedenler büyük bir yanılgının içinde.

Bizi mapushanelere tıkıp çağı anlamamıza, çağın acılarına tanık olmamıza vesile olan, gerçek dostlarımızla etrafımızdaki kalabalığı ayırt etmemizi sağlayanlara da teşekkürler.

Öyle ya da böyle başlayan bitiyor ve kadim kural öldürmeyen güçlendiriyor.

Dışarı çıktım.

Aşılmayan duvarlar, demir kapılar yok burada; ama insanların özgürlükleri hukuksuzca gasp edilmişken, hala masum insanlar memleket hapishanelerindeyken özgür olduğumu söyleyemem. Annesiz babasız bırakılmış çocukların tez zamanda annelerine babalarına kavuşmalarını, hukuksuzlukların ve bu korkunç nefretin artık bir son bulmasını diliyorum.

Bu süreçte bizi yalnız bırakmayan dostlara; aradaki türlü engellere ve mesafelere rağmen yanımızda olan mektubunu esirgemeyen başta Willi, Barbara, Moreau, Feong’a; Fransa ve Almanya’daki dostlara, düşünce kuruluşlarına; sayın Gergerlioğlu’na, sayın Tanrıkulu’na; mektup yazan, selam gönderen, hayır dua eden tüm dostlara sonsuz teşekkürler.

21. yüzyılda hala adaletsizliğe karşı mücadele etmek üzücü…
Fakat tüm acılara rağmen umutsuzluğa asla yer yok.
Işık daima karanlığa üstün gelmiştir. Bu böyledir.
1710 günün ardından yeni bir başlangıçla, yeniden MERHABA!

Asıl hikâye şimdi başlıyor…

 

 

 

8 Kasım 2021 Pazartesi

SAVAŞ TAMTAMLARI

I.

Tüm savaş filmleri aşkla bitiyor örneğin

her savaşta iki obur cellât sevişiyor

lambaları okşatıyor bir eski doğu masalı

bu sefer tek dilekte bulunuyor çocuklar

-bir daha gelme cin n’olur


Avara ediyor leğenden bir gemi

üç dilek daha çok acı

ne kadar az istesek o kadar iyi


“Tekneyi görünce binmek istemedik ama kaçakçılar binmezsek bizi öldüreceklerini söylediler.

Mecburen bindik. Şiddetli bir dalgayla alabora oldu. Kızlarım gözlerimin önünde boğuldu.

Balıklara yem olmasınlar diye ellerini bırakmadım.”


II.

Toprağa yaslarcasına sırtını yaslıyor suya

küçük bir insan

suya tutunuyor insan

bir abise direnmek için insan

düşmemek için koynuna insan

düşmemek için iki obur cellâdın


“Eşim hastaydı. Paramız yoktu, umudumuz tükenmişti. Siyasiler bu sorunu çözmek için

girişimlerde bulunmuyorlar. Herkes kendisini düşünüyor. Ben de eşimi ve çocuklarımı

düşünmek zorundayım. Arabamı sattım ve umutla yola çıktık. Ancak Ege üç çocuğumu aldı.

Üç saat boyunca eşimle birlikte çocuklarımızın ellerini bırakmadık.”


III.

Konuşmaktan çok susmayı yeğliyorum

bilenen kelimeler en ilkel savaş aletleri

gerçek için sessizlik

kâfi!

gürültüler çekilince hakikat görünür

sular çekilince batık bir gemi


IV.

Bu bir yanılsamadır

yutucu bir kelimedir boşluk

tek savaşıyorum

bakabildiğim en uzak noktada patlıyor tüm mühimmat

burada sessizlik

kâfi!

ağaçlar göğe dönük. elleri yukarıda

bu bir sessizlik eylemi


V.

Durup bir kasabada kelimeler biriktirdim.

tahta yonttum

şiirde kuşanmak için

içsel eylemler, mide sancıları, uzun geceler

uzağa gittikçe kendimleyim

uyanıyorum mide sancıları

bir kokudur pekâlâ yastığımda

bakır tasları, bir yüzüğü hatırlatan

epeydir yalnız uyuyamıyorum

kendimdir bir denize sarılan



(Hece Dergisi, Sayı 231)


21 Ekim 2020 Çarşamba

YILDIZ KUŞLARI

 

YILDIZ KUŞLARI

Bir yıldız kuşunun sırtına

Dolaşıyor ruhum

Allah biliyor ya

Neyi çok sevdiysem

Hep düşümü ona yordum

En çok kızımı özledim

Yıldız kuşları yonttum

 

Bir açılsa kapı

Bir sokağın başında yeniden ben

Beni salsam içimden ben

 

Kediler kovalasa yıldız kuşlarını

Bir şiirde ben varım

Kapılar kapalı

Yaşım otuzu geçti çoktan

Sınırlı kitap hakkım

Dikkat: altını çizmek yasak

Bir şiir defterim var

Defter tutmak yasak

Saklıyorum onlardan ve kendimden

Yakalanırsa bu şiir hiç olmayacak

Ne bu şiir

Ne ben

Ne yıldız kuşları 

4 Ağustos 2018

KANDIRA

14 Ekim 2020 Çarşamba

EYLÜLÜ BEKLE

 

EYLÜLÜ BEKLE

              Ölümün gölgesinde bir sonbahardı mevsim.

              Son telefon görüşmesinde ‘Eylülü bekle’’ demişti karısına Cengiz öğretmen. İşte eylül geldi ve yapraklar yerine insanlar düştü toprağa.

              Son kapalı görüşümüzden sonra Mustafa’yla dört duvarın ortasında beton avluda oturmuştuk. Bir camın ardından da olsa ailelerimizi görmüştük, mutlu olmamız gerekiyordu. Mustafa’nın gözleri doluydu, ne olduğunu sorduğumda ‘abim’ demişti konuşamamıştı. Mustafa’nın abisi de bizim gibi tutukluydu. Bir başka cezaevinde beyin kanaması geçirip hastaneye kaldırıldığını yoğun bakımda olduğunu öğrenmiştik.

              Kapalı görüşün üzerinden bir hafta bile geçmedi. Üzerimizde bir ölüm sessizliği bekledik. Hapishaneye yolu düşenler şunu iyi bilir ki, hapishanede hasta olmak, ciddi bir rahatsızlık geçirmek ölüme biraz daha yakın olmak demek. Çünkü sonraki süreç; daha çok tecrit, açılmayan kapılar, yaklaşan ölüm..

              Bu satırları size 45 aydır tutuklu bulunan bir gazeteci olarak yazıyorum. Her şey insanı terk edebilir, ama göz göze geldiğiniz acılar asla..

              Adıyamanlı öğretmen bir babanın çocukları olarak, Mustafa ve abisi de öğretmen olmuşlardı. Mustafa yine kendisi gibi öğretmen olan eşiyle tutuklanmıştı. Eşi bir yıl sonra bırakılmıştı. Fakat ailede tutuklananlar sadece Mustafa ve eşi değildi. Önce yengesi Hatice öğretmeni tutukladılar, 16 ay sonra serbest bıraktılar. Ama çok geçmeden abisi Cengiz öğretmeni tutukladılar.

              Cengiz Karakurt 41 yaşındaydı. Öğretmendi. 15 Temmuz'dan sonra başlayan cadı avında yaşamı alt üst edilen kişilerden biriydi. İki çocuk babasıydı. Tutuklandığında kızı Behice 5, oğlu Celalettin 11 yaşındaydı. Eşi Hatice öğretmen ondan önce tutuklanmış 6 yıl 3 ay ceza verilerek tahliye edilmişti. Ortada bir yuvaları bile kalmamıştı. ‘Eşyalarını ablamın evimin bir odasına koyup kilitlemişlerdi.’’ diyor Mustafa.  ‘’Ayrı illerde ayrı hapishanelerde olduğumuz için yıllardır birbirimizi görmüyorduk. Telefonla görüşürsek çocuklarımızı arayamıyorduk. Bu yüzden telefonla da görüşemedik. Keşke son mektubunu bu kadar bekletmeseydim, hemen cevap yazsaydım.’’ diyor ardından.

              Cengiz öğretmenin kalp rahatsızlığı vardı. Daha önce geçirdiği ameliyatlarda kalp kapakçıkları değişmişti. Düzenli olarak doktor kontrolünden geçmesi ve ilaç kullanması gerekiyordu. Ancak raporları olmasına rağmen, muayeneye bile gerek duyulmadan cezaevinde yatabilir denilerek tutuklanmıştı.

              Son telefon görüşmelerinin birinde eşi Hatice öğretmen ‘artık gelmeni bekliyoruz, geldiğinde yeniden kuracağız yuvamızı’’ demişti. Cengiz öğretmene malum mu olmuştu olacaklar bilmiyorum ama ‘’Boşuna hayal kurma, Eylülü bekle! Eylülde kurtulacağım.’’ demişti. Eylülde yaprakların sararmaya yüz tuttuğu, toprağa kavuştuğu bir mevsimde kurtulmak…

              Korona salgınıyla beraber cezaevlerinde revire çıkmak bile çok zor. Acil ilaçlar dilekçeyle doktora görünmeden talep ediliyor. Doktor muayenesine çıkmak, hastaneye gitmek için çok acil bir durum olması gerekli. Cengiz öğretmen Siirt E tipi cezaevinde koğuşunda kaldırıldığı için hastaneye kaldırıyorlar. Hastanede kalp rahatsızlığına bir de zatürre ekleniyor. Cezaevi dönüşünde 14 günlük karantinaya alınıyor. Ancak bu karantina revir koşullarında bir hastaya uygun bir ortamda değil en ağır hapishane koşullarının olduğu hücrelerde uygulanıyor. Benim de yolum daha önce bir hücreden geçtiği için biliyorum. 2 metrekarelik bir alandan biraz daha geniş, bir mezardan hallice. Henüz yaşayan birinin diri diri mezara gömüldüğü yer. Beton bir avluya bakan pencerelere demir parmaklıkların yanı sıra içinden ancak bir kalemin geçebileceği genişlikte delikleri olan tel örgüler takılmış. Cengiz öğretmen karantina sürecinde tekrar fenalaşıp hastaneye kaldırılıyor. Dönüşte hücrede geçirdiği Allah’tan başka kimseye sesini duyuramayacağı karantina sürecine 14 gün daha ekleniyor.

              Gardiyanlar 14 Eylül günü sabah sayımında henüz hücre kapısından içeri girdiklerinde Cengiz öğretmeni yerde baygın buluyorlar. Hastaneye kaldırılıyor. Ailesi ise bir gün sonra, telefon görüşü gününde aramadığı için cezaevini arayarak hastaneye kaldırıldığını öğreniyor. Haberi alır almaz Diyarbakır’da olan baldızı, Siirt’te kaldırıldığı hastaneye gidiyor. Manzara vahim. Cengiz öğretmen hala etrafında jandarmalar acil serviste bekletiliyor. Apar topar özel bir hastaneye kaldırıyorlar. Teşhis, beyin kanaması!

              Cengiz öğretmen henüz onaylanmış bir cezası bile olmadan, sağlık raporları olduğu halde hapishanede tutulan hasta ve bakıma ihtiyacı olan tutuklulardan biriydi. Kaldırıldığı hastanede muhtemelen yaşama döndürülemeyeceği anlaşıldıktan sonra apar topar tahliye edildi. Komada kaldığı 8 günün ardından 22 Eylül tarihinde vefat etti. Kendi ifadesiyle kurtuldu. Geriye aynı koğuşta kaldığımız Mustafa’ya yazdığı son mektubu kaldı. Mektupta bir fotoğrafta aylar önce bir hapishane açık görüşünde iki çocuğunun arasında duruyor. Behice ve Celallettin de babaları tutuklandıktan sonra 3 yaş daha büyüdüler. Bu acı ölüm haberinden sonra çok daha büyümüş olmalılar.

    Son mektubunda kardeşi Mustafa’ya şöyle diyordu:

              ‘’…. Moralim yerinde daha önce yengen içerdeyken, çocuklar için üzülüyordum. Şimdi çok şükür anneleri çocuklarının yanında. Bu yüzden rahatım. Bir de yengen 16 ay yattıktan sonra ben girmeseydim içime dert olurdu. Allah’tan hayırlısını diliyorum. Beşer zulmeder, kader adalet eder. Önemli olan bizim kendi muhasebemizi yapmamız..’’

              Cengiz öğretmen yaklaşık 3 yıl kalabalık koğuşlarda, ıssız hücrelerde, hasta haliyle uzun uzun yaptı. ‘’Eylülde kurtuldu.’’ Ama kalanlar için hayat kolay olmayacak. 6 yıl 3 ay ceza verilen eşinin dosyası Yargıtay’da. Dosya onanırsa yetim kalan çocuklar yine annesiz kalacaklar.

              Bir hapishane köşesindeyiz. Mustafa abisini anlatırken gözleri doluyor. Ona belli etmeden anlattıklarını okuduğum kitabın arasına ufak tefek notlar olarak yazıyorum. Hitler ve Stalin totalitarizmine karşı yazılmış metinlerden oluşan Czeslaw Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ının arasına. Bu bir tesadüf olabilir mi? Totalitarizmin ilk örneklerinden çok mu farklı şimdi?

              Dünden bugüne ne değişti?

              Tutsak edilmiş akıl, tutsak edilmiş insan, tutsak edilmiş masumiyet.. Tutsak edilmiş vicdan..

              Tüm bu yazılanlar ne işe yarayacak bilmiyorum. Belki, belki, belki, hala aralarda bir yerlerde sönmemiş bir vicdan vardır. Sevdiğim bir yazarın dediği gibi, ‘’ Bu lanet olası iş bittiğinde, son ateşler söndüğünde, nefretler yorgun düştüğünde, hatta bellek uykuya daldığında, çekilen acılar uzakmış gibi göründüğünde … ‘Belki…


Hamza GÜNERİGÖK

Eylül/ 2020 

Osmaniye 1 nolu T tipi kapalı cezaevi 


12 Ekim 2020 Pazartesi

HUKUK, O ESKİ ÖRÜMCEK AĞI

 

HUKUK, O ESKİ ÖRÜMCEK AĞI

Altı ay sonra kızımı kirli, buğulu bir hapishane camının arkasından görüyorum. Tam da evlilik yıl dönümümüzde bir kızımız olacağını öğrenip sevinmiştik. Kızım annesinin karnında bir umut olarak büyüyor, henüz dünyanın ne ürkütücü uğultularla ne korkutucu zulümlerle dolu olduğunu bilmeden.

Basın kartlarımız sorgusuz sualsiz iptal edilmiş, bir gece yarısı KHK’sıyla işlerimizden atılmıştık. Ama umudumuzu diri tutuyorduk. ‘’Yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi.’’ Bağdat o eski Bağdat değildi kuşkusuz. Harun Reşid’in masallarda tebdil-i kıyafet halkının arasında dolaştığı barış kenti hiç değildi. Fakat bir darbı meselin ötesinde anlam yüklüydü bu söz. Öyle olmadı, yanlış hesap hiçbir dönemeçten dönmedi. Ha bire oydu açtığı yaraları.

Kızım doğduğunda çoktan tutuklanmış bir hapishaneden başka bir hapishaneye ellerim kelepçeli sürülüyordum. Dördüncü yaşına adım atan kızımı şimdi 6 ay sonra bir kapalı görüş camının arkasından görüyorum. Ürkerek annesinin arkasına sığınıyor. Utanıyor, fotoğraflarından baba diye tanıdığı kişi şimdi dokunamadığı bir yakınlıkta bir camın arkasından ona bakıyor. Çocuklar da artık hapishanelerde kavuşmanın sınırlı zamanlar olduğunu, birazdan bir gardiyanın gelip onları dışarı çıkaracaklarını biliyorlar. Bana ulaşmak, yanıma gelmek istiyor kızım. Elini uzatıyor: Cam! Tutup sarılmak istiyorum kızıma; aramızda geçit vermeyen koca bir cam! Camın diğer tarafında kızım kanatlarını cama çarpıp her defasında geri düşen bir serçe telaşıyla yüzüme bakıyor. Yüzünde kendisi kadar küçük bir maske ve çaresizlik. Korona salgını nedeniyle, ayda bir 45 dakika yapabildiğimiz açık görüşlerimizde yok artık. Pes ediyor, uzatılan ahizeye de tek kelime etmeden oturup kalkıyor görüş camının önündeki pervaza.

Çaresizlik!

Bir camın arkasında tutsak edilmiş baba ne yapabilir kızı için? Camı buğulandırıp bir kalp çiziyorum. Bir camın arkasında da olsa onun için atan bir kalp olduğunu bilmesi için. Camın önünde yeniden ayağa kalkıp ışıl ışıl gözlerler önündeki kalbe tebessümle bakıyor. İşte beni daha aylarca hatta yıllarca ayakta tutabilecek tebessüm bu. Bir serçe tedirginliği ile yüreği çarpan kızımın tebessümü.. parmak uçlarını camın üzerinde dolaştırıyor. Kirli, buğulu bir hapishane camına, sevdiklerimize dokunurcasına dokunuyoruz. Fazlası yok! Fazlası yasak! Önümüzde gittikçe silinen kalbe bakıyoruz. Ve hala ilk günkü kadar dünyayı sevginin kurtaracağına inanıyorum. İnanmalı mıyım? Bu, böyle daha ne kadar sürebilir?

Görüş bitiyor, bir daha birbirimizi ne zaman görebileceğimizi, bir sonraki görüşün ne zaman olacağını bilmeden ayrılıyoruz. Kızım muhtemelen bir sonraki görüşe kadar bir kapalı görüş camına parmak ucuyla çizilmiş bir kalple hatırlayacak beni.

******

Koğuşa gelirken kadınlar kısmının koridorundan geçiyoruz. Sımsıkı kapalı bir koğuşun demirden kapısının arkasında bir çocuk sesi..’’Kapıyı aç, kapıyı aç!’’ diye bağırıyor küçük bir çocuk. Minik avucunun içiyle kapıya vurduğunu duyuyorum sonra. Annesiyle beraber bir hapishane kapısının arkasına kitlenmiş bir çocuk. Yeryüzündeki hangi suç, hangi günah bir annenin çocuğuyla beraber bir kapının ardında tutulmasını haklı kılabilir ki? Hızla geçiyoruz koridordan, çocuğun haykırışı bir bıçak kadar keskin! Keşke diyorum, yeryüzünde tüm kapılar yıkılsa. 

Koğuşa döndüğümde bir bankada hesap açtırıp bir  sendikaya üye olduğu için 3 yıldır tutuklu olan bir koğuş arkadaşım şimdi beş yaşında oğlunun sitemini anlatıyor. ‘’Anne, bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum babam yine gelmiyor. Ya da bir başka seferinde; ‘’her yerde aradım, babamı yine bulamadım.’’

Aramak! Bekleyiş! Çocukların çaresiz bekleyişi!

Görüş sonrası, üzeri bile tel örgülerle kapatılmış, daracık gri beton avluda oturuyoruz. Mustafa hocanın gözleri dolu. Bir görüş sonrası hüznünden daha büyük bir şey bu. ‘’Ne oldu?’’ diyorum. ‘’Abim’’ diyor, boğazı düğümlenerek. Mustafa’nın abisi de onun gibi öğretmen, bir başka memleket hapishanesinde yaklaşık 3 yıldır tutuklu ve kronik kalp hastası. Kalp kapakçıkları daha önce değiştiği halde muayene bile edilmeden cezaevinde yatabilir raporu verilerek tutuklanmış. Anlatmaya devam ediyor. Her ay düzenli olarak doktor kontrolünde ilacının ayarlanması gereken abisi, korona salgınının yayılmasıyla 6 aydır kontrole götürülmemiş. En son koğuşta fenalaştığı için hastaneye kaldırılmış. Kalp rahatsızlığına bir de zatürre eklenmiş. Hastane dönüşünde ise en ağır hapishane koşullarının olduğu bir hücreye kapatılmış. 14 günlük karantina.. ‘’Geçen hafta sabah sayımında gardiyanlar abimi yerde baygın bulmuşlar.’’ Diyor. Doktorlar beyin kanaması geçirdiğini söylüyorlar. Mustafa’nın abisi şu an yoğun bakımda, bilinci kapalı ve tedaviye cevap vermiyor.

Aynı acıyla hep beraber susuyoruz. Ölüm sessizliği!

Salgın nedeniyle gazeteler bir gün geç veriliyor. Günün yani dünün gazetesine bakıyorum. Kelepçelenerek adliyeye götürülen bir grup kadının haberi kapkara puntolarla ‘’örgütün ablalarına neşter’’ başlığıyla veriliyor. Henüz neyle suçlandıkları belli olmadan, henüz hakim karşısına çıkmadan, henüz yargılanmadan, bunlara ihtiyaç bile duyulmadan bir grup kadın, medyanın ve propagandanın diliyle suçlu, terörist ilan edilerek haklarında katı bir hükme varılarak götürülüyor. Gazetenin kapkara puntolu haberinin yanında bir köşe yazarı(!) kendini şarkılara verdiğini, günü caz dinleyerek geçirdiğini söylüyor. Sıraladığı şarkılara bir de günü Paul Mccartney &Wings’in  ‘’Silly love Songs’’uyla bitireceğini de ekliyor. Tebrikler doğrusu, insan kulaklarını ve gözlerini başka ne türlü tıkayabilir bilmiyorum. Ne kadar tuhaf bir tablo! Doktrinin suçlu kılarak hapishanelere doğru götürüldüğü kadınlar, yani onlarla beraber çocuklar, yani onlardan sonra ıssız bir çöle dönüşecek evlerde başka çocuklar fonda ise köşe yazarımızın müthiş duyarlılığıyla(!) müthiş önerisi(!)  Silly love songs .. Türkçesiyle; Aptal Aşk Şarkıları…

Neşter! Ve müthiş körlük!

Bir savaş sonrası enkazından çıkan hikayeler gibi nereye dönsem acı bir manzara. Kelepçelenmiş kadınlar, babalar, kavuşamayan ve beklemeyi öğrenen çocuklar. Bir türlü bitmeyen mahkemelerde gittikçe derinleşen acılar. İnsanın sevdiklerini göremediği, onlara dokunamadığı, gökyüzüne bile tel örgüler çekilmiş tutsaklık günleri..

***********

              Bu enkazın ortasında kendimden bahsetmekten utanıyorum. 45 aydır hiçbir somut gerekçe gösterilmeden tutukluyum. Yerel mahkemenin verdiği ceza süresi dolduğu halde, tahliye edilmiyorum. Gerekçe henüz onaylanmış bir cezamın bile olmaması. Ne hükümlü, ne tutuklu, bir tür rehin alınma hali.. Ve maalesef bu durumda olan tek kişi de değilim.

              Şayet bu, hukuk diye dayatılıyorsa buna isyan ediyorum. Doktrin kendi adına işlenen suçları haklı göstermeye ve yine doktrinin kendi çıkarları uğruna istediği kişiyi suçlu ve terörist ilan etme barbarlığına isyan ediyorum.

              Adorno ‘’gözümüzdeki kıymık en  iyi büyüteçtir’’ derken haklıydı. Sözde aydının ve propaganda aracına dönüşmüş medyanın modern köleleri olan gazetecilerinin hukuksuzluklarının boyutunu anlamasını beklemiyorum artık. Hukuksuzluk dönemlerinde yolu siyasallaşan mahkemelerden ve hapishane koridorlarından geçmeyenler kendi büyüteçlerinden yoksunlar.

              Şu da kayıtlara geçmeli! Beklediklerimizin biz diri diri mezarlara gömülürken dönüp bakmamaları karşısında üzgünüm. Duvarlara geçen binlerce gün kadar üzgünüm.

              Ve bu satırlar sözün tesirinin olmadığı bir çağda beklentisizlik içinde yazılıyor. Söylemek istediğim hukukun hala o eski, sizin de bildiğiniz, örümcek ağı olduğu. Zayıfın takılıp kaldığı, güçlünün yani muktedirin delip geçtiği ağ…

              Bir gün hukuk, vicdan bu topraklara geri gelecekse kesilen başın benim olmasına razıyım. Ama çocuklar, ama kadınlar, ah çocuklar… Hepsi bu!

Osmaniye 1 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi

Hamza  GÜNERİGÖK

13 Mart 2016 Pazar

ŞİİR DÜŞTÜ DÜŞECEK Mİ?


Hayriye Ünal: Biz edebiyatta, iletişimde, gündelik hayatta niçin terminoloji sorunu yaşıyoruz. Terimler bir türlü oturmuyor. Biri a diyor onun a dediği şeyden öteki b anlıyor. Dili, Türkçeyi kullanma şeklimiz hakkında görüşleriniz nelerdir?
Şiirinizin diline dair özel çalışmalar yapıyor musunuz? Ne gibi?


Hamza Günerigök: Dünya gittikçe karmaşık bir hâl alıyor. Bunu sadece terminoloji ve ifade unsurlarının çeşitlenmesi anlamında söylemiyorum. İnsanların birbirini anlayamayacağı kadar karmaşık süreçler yaşıyoruz. Sosyolojik bir değerlendirme yapmak niyetinde değilim. Bir ülkeye sığınan bir mülteciyi bir insan acıyarak sahiplenebildiği gibi bir diğeri çelme takıp düşürebiliyor. Şimdi temel insanî tavırların bile aynı olay ve nesneler karşısında değişkenlik gösterdiği bir dünyada “terminoloji” konusunda sorun yaşamak, birinin a dediğini ötekinin b anlaması zannediyorum çok şaşılacak bir durum değil.
Dilin kendine ait bir paradigması var. Her şeyin hızla ilerleyip değişim gösterdiği bir dünyada dilin paradigması bu yeni (aslında beklendiği hâlde beklenmedik) durum karşısında yaşamı, bireyin çıkmazlarını ifade edecek terim ve kavramları tanımlamak için yetersiz kalabiliyor. Sana gönderdiğim son şiirde “bir hız tüketiyor bizi. kaçarak duruyoruz bizi / bizi yani insan soyunun / en son ayak basanı gök boşluğuna” demiştim. Yeni durum için yeni bir kavram arıyoruz. Bu da yeni, anlaşılırlığı sağlayacak terminolojiyi karmaşık hâle getirdi. Şunu da ifade etmek lazım; şiirimizi bugüne kadar getiren birçok kavram ve ifade ya yıprandı ya eskidi ya da işlevselliğini yitirdi. Dili yenilememiz lazım bu bir geçiş dönemi de olabilir belki de. Bilemiyorum. Ama dilin yenilenebilmesi için de bir duyarlılık yenilemeye ihtiyaç var. Yoksa hızla yalnızlaşan ve duyularını yitiren bireyin acımasızlaşan modern dünya, betonlaşan kentler karşısındaki çelişkileri ve tavırları anlaşılamaz. Toplumdan, yaşamın içinden, somut dünyadan bağımsız kavramlar ortak bir terminoloji kurmak için eksik kalıyor artık. Sartre yokken de varoluşçuluk vardı. Kısacası akımlardan, kuramlardan, terminolojiden çok sokaklar, gerçek hayat, çeşitlilik kazanan iletişim kanalları karşısında bireyin durumu ilgilendiriyor beni.
Sorunun benim dili kullanma şeklimle ilgili kısmına gelince; aslında her şairin, şiirini yaşar kılacak sözcüklerin ve dilin peşinde olduğunu düşünüyorum. Benim çabam da bu. Ama ortada duran bir şiir gerekliliği de var. Şiirin yazılması ve bireyin yaşam karşısındaki tavrının ortaya konulması şiirin dilinden öncelikli bir duruma dönüşebiliyor. Bu bir kaza geçirmiş ve yarı baygın olan birine acil müdahale yapılırken üstünün başının nasıl durduğunun o an için gereksiz bir detay olmasından farksız. Bu elbette kuramsal yaklaşımlardan uzak durmak değil ama şiir söz konusu olduğunda ve ben de yaşamın aktığı nehirde yıkanan bir insansam sezilerimle hareket edebiliyorum. Bunun bir kazanım mı bir eksiklik mi olduğunu düşünecek durumda değilim. Şairin şiirini yaşar kılacak kendi özgün dilini kurma çabası ister istemez kendi retoriğini de kuruyor. Sokakla, kentleşmeyle, yalnızlaşmayla, doğanın tükenişiyle yüz yüze olan insanın çıkmazlarını en iyi şekilde ifade edebilecek dil de gündelik dil olmalı. Necatigil de konuşma dili, gündelik dil, yazı dili ve şiir dilinin farklı olmadığını söylüyor. Bu yüzden şairane olandan uzak durmak “istiyorum”. Şairane olana karşı durmak öncekini dışlayarak bir dil kurmak değil tabii ki. Dilini inşa ederken nesnelere, somut olana dokunabilmeli şair. Rilke’nin dediği gibi görünenin balına talip olmalıyım. Bunu yaparken yalın olmak... Bunu ne kadar başardığımın farkında değilim. Bunu anlamam için kendi şiirime, şiirimin dışından bakabilmeliyim. Şu an ise şiirimin tam ortasındayım. Bunları söylemek şiirin diline dair yaptığım özel çalışma mı? Değil ise şunları da ekleyeyim. Birincil tekil özne dışında şiirde diğer öznenin pek bir etkileyicilik gücü kalmadı. “Ben”in dışında başvurulan özne hamasi ve gerçeklikten uzak kalabiliyor. Şiirin çizdiği çerçeveyi anlatan “ben”im. Dilde bazı tekrarlar anlatımı güçlü kılıyor bana göre. Tekrarlamak günlük dilden uzaklaşmak değil. Şaşkınlık içinde olan bireyin içsel haykırmaları, belki de şizofrenik bir durum. Günceli takip etmeye çalışıyorum. Güncelden kastım hem güncel şiir hem de yaşadıklarımızın bugünü. Şaşkınım, şaşkınlık içinde karşıladığım her yeni duruma yeni bir anlatım aracı arıyorum. Toplum hayatını, gündelik olanı ve modern dünyanın kıskacında olan insanı anlamak için sokağa iniyorum ve durmadan haber takip ediyorum. Galiba işim dolayısıyla haberin içinde olmam da benim için yeni bir dilin imkânlarına erebilecek malzemeyi toplamam için büyük bir nimet.    


Hayriye Ünal: Şiir; insan sayısı arttıkça ve ifade araçları geliştikçe, görsel paylaşımlar, vatsap gruplarıvb. hazır ifade kalıplarıyla yaygınlaşan iletişim sonrası değerinden kaybediyor mu sizce? Bir şeyi şiirle ifade etmek, “şair olma arzusu” olmasa, hâlen değerli bir şey mi sizce?

HamzaGünerigök: Bazı evrensel duygular, her bireyin sadece kendi dönemine aitmiş gibi hissettiği ama her dönemde insanın peşini bırakmayan bir özelliğe sahip. Mesela yalnızlık, sadece çağımıza özgü bir durum değil. İletişim kanallarının durmadan arttığı ve çeşitlendiği bir süreci yaşıyor insanoğlu. Ama sanayi devriminden günümüze bu durum hep kendinden önceki kuşağı şaşırtacak düzeyde gelişerek bugüne geldi. İnsan sayısı da hep arttı, hatta bu ilk insandan bugüne böyle süregeldi. Karşı karşıya olduğumuz problem günümüze ait bir problem değil. Problem olan kısım yeni ortaya çıkan bilginin aynı anda başka yerlerde olabilmesi ve iletişim araçları artarken yalnızlığın azalmıyor olması. Bu iletişim hızı nereye varır? Kestirilmesi güç.
Meseleye önce şiirin araçsallaşması açısından bakmak lazım... Ben şiire hiçbir zaman bir araç gözüyle bakmadım. Şiir benim için durmadan yoğunluk kazanarak genişleyen bir yaşam biçimi. Görsel paylaşımların yapılabilmesi şiirde deneysel yaklaşımlara zenginlik sunabilir. Ama ifade araçlarıyla şiir olanın daha çok insana ulaşabilmesi şiire bir değer katmaz. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Turgut Uyar, Fethi Naci tarafından yapılan bir söyleşide İkinci Yeni diye bilinen şiirin okur tarafından fark edildiğini ve “okur sayısını azaltacak kadar güçlü” olduğunu söylüyor. Haksız da değil. Şiir kalabalıkla organik bağını bir şekilde koparmayı başarmış küçük bir zümrenin yanındadır. Bu anlamda gelişen ifade araçları deneysel yaklaşımlara ancak malzeme taşıyabilir. Şiire nitelik katmaz.
Bir şeyi şiirle ifade etmede bir süreklilik yoksa şiir için bir anlamı da yoktur bana göre. Yine Rilke gibi söyleyecek olursam sanıldığı gibi mısralar duyguların değil yaşanmış olanın verimidir. Şiirsel bir taşkınlıkla ortaya çıkan olsa olsa histir, şiir değil. Şu da bir gerçek; şairlik, “şair olma arzusuyla” başlıyor zaten. Ama söylenenin şiir, söyleyenin şair olması, bireyin şair olmanın verdiği kaotik durumu fark etmesi ve [bilinçli olarak] bu kaotik durumu kabullenmesiyle mümkün.

Hayriye Ünal: Neden-sonuç ilişkileri sanki edebiyatın problemi değilmiş gibi algılanıyor. Edebiyatın sorunlarına kafa yorarken bir sistem, bir teori gerekmiyormuş gibi düşünülmekte. Şiir akılla ilgili değilmiş gibi yaygın bir kanaat var. Akıl-duygu akıl-kalp vb. ayrıştırmalar sizce niye var?

HamzaGünerigök: Kim böyle algılıyor? Şiir duygusal olandan daha çok düşünsel bir çabanın verimi. Şairin sezileri önemli; ama teorisiz şiir inşa etmek havanda su dövmekten, dama merdivensiz çıkmaya çalışmaktan farksız bir durum. Deli saçması. Herkes bir şekilde kendi teorisini inşa ediyor. Teorisizliği savunmak bile böyle bir pratiği doğurur. Düşülen hata bana göre şurada; şairin kendinden sonra bir kuram bırakma çabası. Bu yanlış, o zaman şair değil kuramcı olunur. Şairden ve şairin kuramından sonra kalması gereken şiirdir. Kuram bilim gibi eskir, eklektik olarak farklılaşır. Baudleaire, Poe, Valéry gibi şairlerin kuramları çoktan eskidi. Asıl olan şiirdir, kuramın şiire nüfuz etmesidir.  
           
Hayriye Ünal: Türlerin tanımlanışı ve türleri birbirinden ayıran sınırların belirsizliği üzerine postmodern kafa karışıklığı eklendi. Kullandığımız aygıtlar, araçlar değişti. Daha komplike araçlar kullanıyoruz. Bunun gündelik yaşama pratik faydaları var şüphesiz, fakat “biri şu dağınıklığı toplasa” hissi var, yok mu? Ne düşünüyorsunuz bu konuda?          

HamzaGünerigök: Postmodern kafa karışıklığının getirdiği nimetlerden biri, bir işaretler sistemi olarak dilin yeni değerlendirmelere müsait bir biçimde kullanılabilmesi. Ortaya konan metin bir döngü içinde tamama ermeden devinim gösteriyor.  Şiirsel olandan ve lirik coşkunluktan uzak durma kaygısı şiiri biçim ve anlam itibariyle yeni ve karmaşık bir türe yaklaştırdı. Kaldı ki bana göre her şiirin mutlaka iyi kötü bir öyküsü vardır. Şiirde de bir anlatıcı pekâlâ mümkün... Bu anlatıcı teatral metinlerden rol ve biçim de çalabilir. Son şiirime bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Zaman zaman şiirin geçirdiği bu eklektik değişimler şiirin sınırlarının ihlal edildiği anlamına gelmez. Türler arasında geçişkenlik sağlamak, yeni ifade araçları oluşturmak iyi bir fırsat da olabilir. Bırakalım sınırlar biraz karışsın. Zaten insanı dar bir alana hapseden de sınırlar değil mi? Mevzu dağınıklık ise toplum arasında yaygın bir ifadeyle söyleyeyim. “Bırak dağınık kalsın.”

Hayriye Ünal: Bugün şiirimizin en belirgin sorunu sizce nedir?

HamzaGünerigök: Öncelikle bir eleştirmen problemi yaşadığımız ortada. Dergilerde esaslı eleştiri yapmaya çalışanların sayısı yok denecek kadar az. Eleştirmenden kastım bir şairin bir başka şair hakkındaki değerlendirme yapması değil. Eleştiriyi bir tür olarak dert edinmiş ve şiirimizin gelişimi için bu işe kafa yoran kişiyi kast ediyorum. Nitelikli eleştirmen genç şairinin kendi şiir serüveninde yol almasını sağlayabilir. Bu eksiklik genç şairleri bazı dergi ortamlarına yayınevlerine kanalize ediyor. Ortamlara dâhil olma kaygısı yeni bir şiir açılımını henüz yolun başındayken bastırmış oluyor. Onlar gibi olmak, onlar gibi yazmak kaygısı 2010 kuşağının en büyük çıkmazı galiba. Bu yüzden bizim diyebileceğimiz bir kuşağı arıyorum. Ortalıkta görebildiğim çok ama çok sayıda arkadaş var. Bu belirgin bir sorun. Bir birliktelikten söz etmek mümkün değil. 2000 kuşağı da bireysel çabalarla vardı. O birikimin bugün beslenebildiğini söylemek güç. Önceki kuşaklardan bazı isimler etrafına topladıkları gençlerle sağa sola saldırıyor. Bu zaman zaman dillendirilen bir çetecilik... Onlar gibiysen yaşamayı hak edersin, değilsen vur abalıya.
Edebiyat bir mücadele alanı olsa da edebiyatın hep ruhları teskin eden bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. En çetin savaş dönemlerinde bile ortaya konan edebi metinlerde insanı umutlandıran kırıntılar vardır. Vercors’un“Susan Deniz”ini hep böyle bir umut duyumsayarak okumuştum. Keşke bu dönemi de edebi metinler üzerinden konuşsak ama yok. İnsanlar edebi ürünler üzerinden değil; bireysel saplantılar, politik hırslar üzerinden saldırıyor birbirine. Atlar tepişmiş şiir ayaklar altında kalmış kime ne? Bu durumu henüz uzaktan izleyen biri olarak zaman zaman bir adım geriye doğru gitmek istediğimi itiraf etmeliyim. Şimdilik sadece dışında kalmak istiyorum bu bireysel hırsların. Bir de tabii sosyal medya var. İnsanlar tweet atarak ve etrafında topladığı insanlardan birkaç RT alarak edebiyat tarihine tutunmaya çalışıyor. Bu trajik bir durum... Ama beni rahatsız eden bir başka problemse özellikle genç şairlerin hiç yoktan elde ettikleri ifade vasıtalarıyla çok üst perdeden atıp tutmaları. Biraz tevazu ya hu… “Şiir” sorunundan önce “şair” sorununu halledebilirsek işimiz daha kolay.
Eleştirinin yeni ürünleri beslediği, şairin sırtını patrona dayamadığı, insanların birbirini anlamak için birazcık da olsun çaba gösterdikleri bir dönem düşlüyorum. Gelir mi? Umutsuz değilim. Umutsuzluk kavramını sevmiyorum.        

Hayriye Ünal:Ortamdaki ayak oyunları, çetecilik konusuna değinmek istiyorum. Şiir tarihi düşüncesi, şairleri şiir düşüncesinden nasıl uzaklaştırıyor? Peşinen “tarihe kalma arzusu”nun bir başına ayıp olmadığını düşünüyorum. Bir davranış bozukluğu ürettiği ve şiir eleştirisinde samimiyetsizliği kural hâline getirdiği için konuşulmaya değer belki. Dergi editörlerinin şair seçimlerinden, kitap basma konusunda yayınevlerinde genç şairlerin yaşadıkları zorluklara kadar her şey şairin şiirdeki istikametini etkiliyor. Genç şair, ona iç sesinin buyurduğunu mu, dış dünyanın buyurduğunu mu yapıyor? Şiirde ilerlemek istediği yolu, bir takım ortamlara dahil olma adına sürdüremediği, şiir tarzını bile koruyamadığını söylemek bile mümkün. Burada genel anlamda şairin “olduğu gibi olma özgürlüğü”nü kısıtlayan büyük mekanizmalar söz konusu olduğu kadar, şairin “kabul edilme arzusu” da söz konusu. Daha genç yaşta teslim olunan bir konformizm, sürü mantığıyla hareket etmek, kirli rekabet yapmak… kaynağı ne olursa olsun, nasıl o şiirde bir başkaldırının önüne geçmez, nasıl muhalif bir tavrı sağlayabilir? Eleştiri de güdümleniyor böyle bakınca. Ve tabii yaşlı şairlerin çeşitli kurum, yayınevi, etkinlik vb. belirleyici konumları varken genç şairin izleyeceği yol “çaresizlikler”le dolu diyebiliriz. Bu durumlara karşı, siz n’apmaktasınız? Neyi isteyip de yapamıyorsunuz? Neleri nasıl aşabiliyorsunuz?

HamzaGünerigök: Hayriye sen durumu soruda ortaya koymuşsun zaten. Ama bu kadar da karamsar olma lütfen. Genç şairin çaresizlikten kurtulabilmesi için gençliğin verdiği enerjiyi ve ancak gençliğin ortaya koyabileceği özgünlük gücünü fark etmesi lazım. 2010 kuşağı henüz bunun farkında değil. Gelişen internet ağlarının, sosyal medyanın, tüketime dayalı oluşturduğu şokun etkisi altında... Ama inanıyorum bu şoku bir şekilde atlatıp kendi kimliğini yazınsal türlere yansıtacaktır. Edebî ortamlar insanların kendi mecralarında gelişim gösterdiği ürün ortaya koyduğu ortamlardan ziyade eleman devşirme kampları gibi çalışıyor. Bu durum karşısında yaptığım; gruplaşmış, saldırganlaşmış, üründen çok kişiyi önceleyen ortamlardan uzak durmaya çalışıyorum. Bazı isimlerin sadece edebi anlamda ortaya koyduğu ürünlerine odaklanıyorum. Kişileri ve tartışma üsluplarını bir şekilde görmezden gelmeye çalışıyorum. Geçmiş birikimin günümüze ulaşıncaya kadar geçirdiği dönüşümü anlamaya çalışıyorum. 

Hayriye Ünal: Peki, Hamza. Genel anlamda umutsuz olmadığını söylüyorsun, ben de karamsarım haklısın amasen de sosyal medyanda tadı kaçmış bir dünyadan gitmekle ilgili isteğini belirtiyorsun. Şiirlerinde de ilerleme, kentleşme eleştirileri sıklıkla yer alıyor. Mutsuz bir özneyi sezdiriyor bu bize. Dünyada mukim ve dünyanın (ve dünya nimetlerinin) kullanıcılarından biri de sensin. Şair kimliğin sana bu itiraz haklarını verirken, kullanıcı olarak yaşamın sürüyor. Bu doğrultuda sana şu sorularım var: Şiir hayatla sınanmama lüksüne sahip midir? Eleştirel duruş, bir şairin kimliğini oluştururken neleri kapsayabilir? Sözün ne tür bir yaptırımı vardır?

Hamza Günerigök: Bahsettiğin iletide “Tadı kaçmış bir dünyada yaşıyoruz. Neyse ki hepimiz gideceğiz buralardan.” demiştim. Biraz pes edip geri çekilen bir tavrı yansıtıyor. Bunu son zamanlarda sıkça acısını duyumsadığımız göçmen trajedisi karşısında yazmıştım. Kendi başlatmadıkları ve başladığı zaman henüz dünyada olmadıkları bir savaşın bedelini çocuklar derin sularda boğularak ve cansız, küçük bedenleri kıyılara bir balık gibi vurarak ödüyor. Acı hep vardı; ama şimdi daha yoğun, geniş bir coğrafyada ve daha gereksiz nedenlerle var. Acıdan daha trajedik olansa diğer insanların, acıya kapılmış insanları büyük bir soğukkanlılıkla kurgusal bir metne bakıyor gibi izlemeleri.
Kendi adıma beni yazmaya iten; insancıl olandan hızla uzaklaşarak mekanikleşmemiz... Robotlar modern dünyada henüz insanların yerini alamadı. Ama insanlar gönüllü olarak robotlara biçilen rolü çaldı. Kentleşme eleştirilerimin temelinde bu yatıyor. Hızla yeşilin ve doğanın tükenişi, hızla insanın biçim değiştirerek robotlaşmasıyla atbaşı gidiyor.  Evet, bu tablo dünyanın tadının kaçtığının göstergesi… Ama bu tablo karşısında çekip gitmeye sığınmak aşırı romantizmden ileriye gidememektir. Sosyal medyada yazdığımın aksine şair; kalan, gitmeden direnendir. Yine klasik konusu, bizi hep kurtarmaya çalışan Amerikalıların dünyayı kurtarmaya çalıştığı bir filmde izlemiştim. Filmde bazı bilim adamları ve yine bazı politikacılar dışında dünyanın sonunun geldiğini Maya medeniyetinin öngörüsüne göre önceden anlayan bir radyocu var. Herkes gibi kaçmak yerine kalıp bir tepeye çıkarak kıyameti tüm çıplaklığıyla henüz yıkımın ulaşmadığı yerler için anlatmaya kararlı. Bu yıkım nerden başlayacak diye bağlanan bir dinleyicisine “böyle bir şey ancak Hollywood’da başlayabilir” deyip alttan alta subliminal mesajlar da veriyor. O başka… “Ben Charlie Frost, pek yakın bir tarihte dünya üzerindeki en büyük faal yanardağ olacak Yellowstone millî parkından canlı yayınla sizlerleyim.” diyerek bir de artistlik yapıyor.  Ama bu çılgın adamın duruşu önemli, felaket bulunduğu yeri yok edinceye kadar yayınını sürdürüyor. Bir spor müsabakası tabiriyle bu bir alan savunmasıdır. Bu tabloyu dinleyicilerine de aktardığı için üzerine gelen felaketi kollarını açıp gülümseyerek karşılıyor. Şairin de durduramazsa bile acıya, kentleşmeye, yozlaşmaya, yıkıma karşı duruşu budur. Bu olmalıdır. Bu, şairin hayatla sınanma karşısındaki duruşudur.
Eleştirel duruşun sınırları ise şairin sanat dünyasının sınırlarının ulaştığı tüm alandır. Bu, gerçekten beslenen ve kimi zaman hayalle ifade edilebilecek izafi bir dünyadır. Los Angeles’ta yaşayan bir yapımcıdan dinlemiştim. Hollywood için “burada hayal kurabildiğin ölçüde kazanırsın” demişti. Sözün de dilin paradigması içinde geniş bir eylem alanı var. Ama sözün yaptırımı ise sadece sözün etki alanına talip olan için söz konusudur. Biz yine de son sözü Yunusça diyelim:
“söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz”

Hayriye Ünal: Şiirin bugünkü hızlı dünyada önemi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu noktada “edebiyat yapmadan” gerçek bir fikre ihtiyacım var. Çok önemli olmak ve önemsizleşmek arasında salınıyor şiir. Herhangi bir suçlu aramıyorum. Bireysel olarak sizin dünyanızda şiir niçin önemli? Veya öyle mi? Burada olduğunuza göre önemli. Niçin?

HamzaGünerigök: Dünya büyüyüp hızlandıkça biz küçülüyor ve dünyanın hızına yetişmeye çalışıyoruz. Meseleye sadece şiir tekelinden bakmadan şunu söyleyebilirim. Her edebi araç bu hızdan kopmamak ve hızlanan dünyanın hızıyla savrulmamak için tutunulan can simidi… Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünden küçük bir alıntı yapayım. Şöyle diyor: “Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Öncelikle deli olmamak için yazıyoruz galiba. Çünkü edebiyat hayata tutunabilmek etrafımızdaki nesneleri anlamlandırmak toplumsal olana dokunmak için erişimi kolay bir araç. Neden şiir kısmına gelince; bir ifade biçimi ararken yanı başımda ilk şiiri buldum. Şiirin içine girmenin daha kolay olacağını, kendimi pratik anlamda daha iyi ifade edebileceğimi, ellerimin ulaşamadığı yerlere şiirin daha kolay ulaşacağını düşünmüştüm. Bu düşüncem uzun sürmedi. Yanıldığımı şiirin ilk kapısının araladığımda fark ettim. İçerde art arda açılmayı bekleyen başka kapılar vardı. Hemen çözümleyebileceğim bir tür gibi duran şiir daha kaotik ve çetin çıkmıştı. Şiiri bugün benim için önemli kılan da bu kaotik ve kavgaya müsait ortamda gönüllü olarak duruyor olmam. Ama şiir, hayatımda şurada ya da burada diyemiyorum. Çünkü konumlandırma yapabileceğim böyle münferit bir yer yok. Ailemiz, işimi, kendimize ait bir yaşam alanımız ve dünyayı algılama biçimimiz var. Şiir tüm bunlarla beraber yürüyor. Bir savaşla, kesilen bir zeytin ağacıyla, betonlaşan yeni bir sokakla, haber okurken yeni bir haberle, etrafımda beni etkileyen yeni bir nesneyle karşılaştığımda şiirle düşündüğümü, nesneleri olayları şiirle algıladığımı fark ediyorum. Yani şiir, bir şekilde çıkarıp bir kenara koyamadığım kafamın içinde; benimle beraber yürüyor.     

Hayriye Ünal: Matbuu gereçlerin yerini elektronik gereçlere bırakmasıyla şiire neler olacak? Şiirin gereçlerle ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

HamzaGünerigök: Ben biraz gelenekçiyim galiba. Kindledan kitap okuyamıyorum. Kitap okurken çizmeli, karalamalı, üzerine notlar almalı, gerekirse koparmalı, yırtmalıyım. İnternetten şiir okumak hoşuma gitmiyor. Çabuk yoruluyorum. Şiir matbuu bir gereçten okunmalı bana göre. Yazılarımı ve şiirlerimi de elle yazıyorum önce. Mekanik bilgisayar tuşları yoğunlaşmamı engelliyor. Böyle düşünüyorum. Yine de elektronik gereçler şiirde yeni anlatım kanallarının arandığı bir dönemde deneysel çalışmalara katkı sağlayabilir. Ne gibi? Bilemiyorum. Şiiri geri götürmeyeceği kesin.     

Hayriye Ünal: Şairin kendi acısı ve başkalarının acısı şiirde müşterek bir alanda ne kadar buluşabilir? Dünyadaki tüm zulüm ve kıyımlar karşısında şairane bir sorumluluk hissi taşıyor musunuz? Bunun şiir diline doğrudan girişi –bildiğiniz gibi- çoğu zaman hamaseti doğurur, doğurmuştur da nitekim. Fakat Türk edebiyatçısının makûs talihi “edebî kariyer” için siyasileşmekten geçer. Bu tuzağa düşmeden şiirde insanî müşterek yaratmak konusunda ne düşünüyorsunuz?

HamzaGünerigök: Hayriye soruların çok uzun ve kapsamlı. Soru içinde soru var. Umarım daha geniş bir platformda bu soruları tartışırız. Önce Türk edebiyatçısının makûs talihi dediğin “edebî kariyer için siyasileşmek”ten başlayayım. Bu, günümüze ait bir durum değil. Patronajın bizim sanat geçmişimiz üzerindeki etkisi diğer toplumlardan daha fazla galiba. Patrimonyal toplumlarda sadece edebiyat değil bütün sanat araçları bir şekilde egemen hükümdara, sınıfa, iktidara, baskın siyasi yapıya doğru yol alıyor. Günümüzde patronajın bir talebi olmasa da [kariyerden daha ağır bir ifadeyle] “edebî alanda görünmenin oluşturduğu rant”, şairi ya da edebiyatçıyı siyasileşmenin eşiğine sürüklüyor. Bu tehlikeli bir tuzak…
Şair şiirde kendi kişisel acılarını işlerken dikkatli olmalı; çünkü şiir, şairin bireysel tarihini yansıtan bir belge değildir. Dünyadaki zulüm ve kıyımlar, insanların kutuplaşması ve değer yitimi karşısında elbette içimiz yanıyor. Birkaç gün önce henüz doğmamış bir bebeğin kafasına bir şarapnel parçası isabet ettiği haberini okudum. Bu dünyadaki kirliğin henüz ne olduğunu bile bilmeden hatta bu dünyaya gelmeden bir zulme maruz kalıyor çocuk. Yaşamı şiirle algılayan biri bu kıyımlara elbette bigâne kalamaz. Kalmamalıdır. Bu işin şiirle bakılabilecek yönü. Ama hangi konuda olursa olsun hamaset yapmak şiirin ruhunu kirletiyor. Şair her acıya dokunabilir, bir kuyumcu titizliğiyle; ama acıdan rant elde etmek, acıyı metalaştırarak hamaset yapmak şairin işi değildir. Kaldı ki bu üslup politikacının da işi olmamalı. 
Yeryüzündeki acılar, kıyımlar aşağı yukarı hep vardı. Toplum da nice nesiller eskitti ama hâlâ aynı şeyleri beğeniyor. Çoğunluğun, egemen grubun şairi olmaya niyetlenmiş kişi baştan kaybetmiştir. Sanat; siyasileşerek, kalabalığın nabzına göre enjekte edilen bir ilaç değildir. Olmamalıdır.  Çok geçmişe gitmeye gerek yok, yakın tarihimize bakalım lütfen. Kalabalığın, siyasetin, devletin, resmi ideolojinin şairleri bugün zihin tutuşturacak bir kıvılcımdan bile yoksunlar. Bugün edebî kariyer için siyasileşenleri de emin olun yarın kimse hatırlamayacaktır bile. Asgari müşterek tribünlere dönmeden, rant beklemeden insanî olanı şiir paydasında buluşturmakla mümkün olacaktır.      


(Hece Dergisi, Sayı 227)

Genç Şair Oturumu'n tam metni için Hece 227. sayıya bakılabilir.

5 Kasım 2015 Perşembe

ŞAİR ŞAİR OLUNCA NE DEĞİŞİR DÜNYADA?

Hece 227'de şiir konuştuk. Dosyanın başlığı "Şair Şair Olunca Ne Değişir Dünyada?"
Soruları Hayriye Ünal sordu. Ünal'ın Hece dergisindeki genç şair oturumları bir kitap olma yolunda hızla ilerliyor.
Dosyada kimler mi var? 
Ahmet Sezikli, Cengizhan Genç, Hamza Günerigök, Hasan Bozdaş, Hasan Özlen, Melike Kılıç, Süleyman Sabri...
Güzel olan şu: Genç bir kuşağın fotoğrafı çekiliyor ve hepimiz henüz genç sayılabilecek yaştayız.





Hamza Günerigök: Edebiyat bir mücadele alanı olsa da edebiyatın hep ruhları teskin eden bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. En çetin savaş dönemlerinde bile ortaya konan edebi metinlerde insanı umutlandıran kırıntılar vardır. Vercors’un “Susan Deniz”ini hep böyle bir umut duyumsayarak okumuştum. Keşke bu dönemi de edebi metinler üzerinden konuşsak ama yok. İnsanlar edebi ürünler üzerinden değil; bireysel saplantılar, politik hırslar üzerinden saldırıyor birbirine.

Hasan Bozdaş: Bugün sırf yazınsal olduğu ve şiire benzediği halde şiir kategorisine alınmayan eserler dururken, türlerin bu şekilde ortadan kaldırılması postmodern sanatı çok da içime sindirmiyor. Eğer her şeye şiir diyebiliyorsak en iyi şair hiç şiir yazmamış olmasına rağmen Marina Abramović’tir. 


Melike Kılıç: Tefekkür eksikliğinden kaynaklanan tekerrür fazlalığı. Sadece şiirin değil, dâhil olduğumuz ya da olmaya çalıştığımız medeniyetlerle alakalı tüm sosyal ve siyasi araçların sorunu bu.

Süleyman Sabri: Bir şeyleri terk edebilmeyle problemliyim. Kastettiğim nesneden, dünyadan kurtulmak değil onu karşısına alıp itibarsızlaştırabilmek, onunla, ona rağmen, ona meydan okuyarak devam edebilmek. Bu akışta psişenin muhatap olduğu dili nesneyle, bu dünyayla eşleştirirsek “Elahora”nın dili terk etmesi yine “uydurulan”ı, dilin bizatihi bir üretimi olması sebebiyle kendisine cebrettirir. Birtakım imgelerden geçerek son kıtada ulaştığı şair tarafından uçağa toplatılıp beraberinde “yere çakılma” imgesi de bu paradoksu ortaya koyuyor yani “object petit a”.

Cengizhan Genç: İfade araçları geliştikçe şiirin değerini kaybettiğini düşünmüyorum. Neden kaybetsin ki? Gerçekten iyi olan yüzyıl sonra bile olsa hak ettiği değeri muhakkak bulacaktır. Bunun edebiyatımızda da örnekleri var. Hakan Şarkdemir Kahramanın Dönüşü adlı eserinde şöyle der: “…modern epik şairin, sürekli bir biçimde, ‘hakikat’e doğru ya da ‘hakikat’ten doğru ilerleyen bir leitmotifi kolladığını fark ederiz.” Bu leitmotif şiirdeki yerini koruduğu sürece şiirin hangi şartlar altında olursa olsun değerini kaybedeceğine inanmıyorum. Sosyal medyanın ve gelişen teknolojinin şiire şöyle bir kötülüğü olduğunu söyleyebilmek mümkün ama vasat ve vasat altı şiirler yazılıyor ve yazılacak ve dergilerde kendilerine yer bulmaya devam edecekler. Çünkü sıradan okuyucu için içinde edebî söz oyunlarının olmadığı, tek seferde anlaşılabilir mısraların olduğu şiirler okumak daima cazip olarak kalacak. 

Hasan Özlen: Gençler teşvik edileceğine tevkif edilmektedir. Kitabı çıkan birinin şiiri üzerine doğru dürüst bir yazı yazılmamaktadır. Gerekçe kesindir: Şiir ondan önce yazılmış, bitirilmiştir. Söylenmemiş söz kalmamıştır. Umutsuz ve karamsar bir hava hakim. Böyle bir atmosferde dayanmak ve azmetmek çok zor. Peygamber sabrı istiyor bu iş. Kaçıp çok uzaklara gitmek birçok kişinin aklından geçmiyor değil. Ama öyle bir yer yok.

Ahmet Sezikli: Adına Kürdistan dedikleri bir yerde doğmuş olmam (Elaziz) ve doğup büyüdüğüm yerle bağımın olması da beni oraya sürüklemektedir. Kürd meselesinin hâlâ çözülememiş olması canımı sıkan değil, canımı yakan bir durum. Kürdistan Tartışması’nı yazdığımda güzel günlerdeydik. Bugünlerde ise her şey kötüye gidiyor. Bu ülkeye barış yakın bir zamanda gelecektir. Barış geldiğinde bu söylediklerim daha anlamlı ya da daha anlamsız olabilir o gün. Varsın olsun.


(Bu oturumun tam metni Hece dergisinin 227. sayısında yer almaktadır.)