HUKUK, O ESKİ ÖRÜMCEK AĞI
Altı ay sonra
kızımı kirli, buğulu bir hapishane camının arkasından görüyorum. Tam da evlilik
yıl dönümümüzde bir kızımız olacağını öğrenip sevinmiştik. Kızım annesinin
karnında bir umut olarak büyüyor, henüz dünyanın ne ürkütücü uğultularla ne
korkutucu zulümlerle dolu olduğunu bilmeden.
Basın
kartlarımız sorgusuz sualsiz iptal edilmiş, bir gece yarısı KHK’sıyla
işlerimizden atılmıştık. Ama umudumuzu diri tutuyorduk. ‘’Yanlış hesap
Bağdat’tan dönerdi.’’ Bağdat o eski Bağdat değildi kuşkusuz. Harun Reşid’in
masallarda tebdil-i kıyafet halkının arasında dolaştığı barış kenti hiç
değildi. Fakat bir darbı meselin ötesinde anlam yüklüydü bu söz. Öyle olmadı,
yanlış hesap hiçbir dönemeçten dönmedi. Ha bire oydu açtığı yaraları.
Kızım doğduğunda
çoktan tutuklanmış bir hapishaneden başka bir hapishaneye ellerim kelepçeli
sürülüyordum. Dördüncü yaşına adım atan kızımı şimdi 6 ay sonra bir kapalı
görüş camının arkasından görüyorum. Ürkerek annesinin arkasına sığınıyor.
Utanıyor, fotoğraflarından baba diye tanıdığı kişi şimdi dokunamadığı bir
yakınlıkta bir camın arkasından ona bakıyor. Çocuklar da artık hapishanelerde
kavuşmanın sınırlı zamanlar olduğunu, birazdan bir gardiyanın gelip onları
dışarı çıkaracaklarını biliyorlar. Bana ulaşmak, yanıma gelmek istiyor kızım.
Elini uzatıyor: Cam! Tutup sarılmak istiyorum kızıma; aramızda geçit vermeyen
koca bir cam! Camın diğer tarafında kızım kanatlarını cama çarpıp her defasında
geri düşen bir serçe telaşıyla yüzüme bakıyor. Yüzünde kendisi kadar küçük bir
maske ve çaresizlik. Korona salgını nedeniyle, ayda bir 45 dakika
yapabildiğimiz açık görüşlerimizde yok artık. Pes ediyor, uzatılan ahizeye de
tek kelime etmeden oturup kalkıyor görüş camının önündeki pervaza.
Çaresizlik!
Bir camın
arkasında tutsak edilmiş baba ne yapabilir kızı için? Camı buğulandırıp bir
kalp çiziyorum. Bir camın arkasında da olsa onun için atan bir kalp olduğunu
bilmesi için. Camın önünde yeniden ayağa kalkıp ışıl ışıl gözlerler önündeki
kalbe tebessümle bakıyor. İşte beni daha aylarca hatta yıllarca ayakta
tutabilecek tebessüm bu. Bir serçe tedirginliği ile yüreği çarpan kızımın
tebessümü.. parmak uçlarını camın üzerinde dolaştırıyor. Kirli, buğulu bir
hapishane camına, sevdiklerimize dokunurcasına dokunuyoruz. Fazlası yok! Fazlası
yasak! Önümüzde gittikçe silinen kalbe bakıyoruz. Ve hala ilk günkü kadar
dünyayı sevginin kurtaracağına inanıyorum. İnanmalı mıyım? Bu, böyle daha ne
kadar sürebilir?
Görüş bitiyor,
bir daha birbirimizi ne zaman görebileceğimizi, bir sonraki görüşün ne zaman
olacağını bilmeden ayrılıyoruz. Kızım muhtemelen bir sonraki görüşe kadar bir
kapalı görüş camına parmak ucuyla çizilmiş bir kalple hatırlayacak beni.
******
Koğuşa
gelirken kadınlar kısmının koridorundan geçiyoruz. Sımsıkı kapalı bir koğuşun
demirden kapısının arkasında bir çocuk sesi..’’Kapıyı aç, kapıyı aç!’’ diye
bağırıyor küçük bir çocuk. Minik avucunun içiyle kapıya vurduğunu duyuyorum
sonra. Annesiyle beraber bir hapishane kapısının arkasına kitlenmiş bir çocuk.
Yeryüzündeki hangi suç, hangi günah bir annenin çocuğuyla beraber bir kapının
ardında tutulmasını haklı kılabilir ki? Hızla geçiyoruz koridordan, çocuğun
haykırışı bir bıçak kadar keskin! Keşke diyorum, yeryüzünde tüm kapılar
yıkılsa.
Koğuşa
döndüğümde bir bankada hesap açtırıp bir
sendikaya üye olduğu için 3 yıldır tutuklu olan bir koğuş arkadaşım
şimdi beş yaşında oğlunun sitemini anlatıyor. ‘’Anne, bekliyorum, bekliyorum,
bekliyorum babam yine gelmiyor. Ya da bir başka seferinde; ‘’her yerde aradım,
babamı yine bulamadım.’’
Aramak!
Bekleyiş! Çocukların çaresiz bekleyişi!
Görüş sonrası,
üzeri bile tel örgülerle kapatılmış, daracık gri beton avluda oturuyoruz.
Mustafa hocanın gözleri dolu. Bir görüş sonrası hüznünden daha büyük bir şey
bu. ‘’Ne oldu?’’ diyorum. ‘’Abim’’ diyor, boğazı düğümlenerek. Mustafa’nın
abisi de onun gibi öğretmen, bir başka memleket hapishanesinde yaklaşık 3
yıldır tutuklu ve kronik kalp hastası. Kalp kapakçıkları daha önce değiştiği
halde muayene bile edilmeden cezaevinde yatabilir raporu verilerek tutuklanmış.
Anlatmaya devam ediyor. Her ay düzenli olarak doktor kontrolünde ilacının
ayarlanması gereken abisi, korona salgınının yayılmasıyla 6 aydır kontrole
götürülmemiş. En son koğuşta fenalaştığı için hastaneye kaldırılmış. Kalp
rahatsızlığına bir de zatürre eklenmiş. Hastane dönüşünde ise en ağır hapishane
koşullarının olduğu bir hücreye kapatılmış. 14 günlük karantina.. ‘’Geçen hafta
sabah sayımında gardiyanlar abimi yerde baygın bulmuşlar.’’ Diyor. Doktorlar
beyin kanaması geçirdiğini söylüyorlar. Mustafa’nın abisi şu an yoğun bakımda,
bilinci kapalı ve tedaviye cevap vermiyor.
Aynı acıyla
hep beraber susuyoruz. Ölüm sessizliği!
Salgın
nedeniyle gazeteler bir gün geç veriliyor. Günün yani dünün gazetesine
bakıyorum. Kelepçelenerek adliyeye götürülen bir grup kadının haberi kapkara
puntolarla ‘’örgütün ablalarına neşter’’
başlığıyla veriliyor. Henüz neyle suçlandıkları belli olmadan, henüz hakim
karşısına çıkmadan, henüz yargılanmadan, bunlara ihtiyaç bile duyulmadan bir
grup kadın, medyanın ve propagandanın diliyle suçlu, terörist ilan edilerek
haklarında katı bir hükme varılarak götürülüyor. Gazetenin kapkara puntolu
haberinin yanında bir köşe yazarı(!) kendini şarkılara verdiğini, günü caz
dinleyerek geçirdiğini söylüyor. Sıraladığı şarkılara bir de günü Paul
Mccartney &Wings’in ‘’Silly love
Songs’’uyla bitireceğini de ekliyor. Tebrikler doğrusu, insan kulaklarını ve
gözlerini başka ne türlü tıkayabilir bilmiyorum. Ne kadar tuhaf bir tablo!
Doktrinin suçlu kılarak hapishanelere doğru götürüldüğü kadınlar, yani onlarla
beraber çocuklar, yani onlardan sonra ıssız bir çöle dönüşecek evlerde başka
çocuklar fonda ise köşe yazarımızın müthiş duyarlılığıyla(!) müthiş
önerisi(!) Silly love songs ..
Türkçesiyle; Aptal Aşk Şarkıları…
Neşter! Ve
müthiş körlük!
Bir savaş
sonrası enkazından çıkan hikayeler gibi nereye dönsem acı bir manzara.
Kelepçelenmiş kadınlar, babalar, kavuşamayan ve beklemeyi öğrenen çocuklar. Bir
türlü bitmeyen mahkemelerde gittikçe derinleşen acılar. İnsanın sevdiklerini
göremediği, onlara dokunamadığı, gökyüzüne bile tel örgüler çekilmiş tutsaklık
günleri..
***********
Bu
enkazın ortasında kendimden bahsetmekten utanıyorum. 45 aydır hiçbir somut
gerekçe gösterilmeden tutukluyum. Yerel mahkemenin verdiği ceza süresi dolduğu
halde, tahliye edilmiyorum. Gerekçe henüz onaylanmış bir cezamın bile olmaması.
Ne hükümlü, ne tutuklu, bir tür rehin alınma hali.. Ve maalesef bu durumda olan
tek kişi de değilim.
Şayet
bu, hukuk diye dayatılıyorsa buna isyan ediyorum. Doktrin kendi adına işlenen
suçları haklı göstermeye ve yine doktrinin kendi çıkarları uğruna istediği
kişiyi suçlu ve terörist ilan etme barbarlığına isyan ediyorum.
Adorno
‘’gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir’’
derken haklıydı. Sözde aydının ve propaganda aracına dönüşmüş medyanın modern
köleleri olan gazetecilerinin hukuksuzluklarının boyutunu anlamasını
beklemiyorum artık. Hukuksuzluk dönemlerinde yolu siyasallaşan mahkemelerden ve
hapishane koridorlarından geçmeyenler kendi büyüteçlerinden yoksunlar.
Şu
da kayıtlara geçmeli! Beklediklerimizin biz diri diri mezarlara gömülürken
dönüp bakmamaları karşısında üzgünüm. Duvarlara geçen binlerce gün kadar
üzgünüm.
Ve
bu satırlar sözün tesirinin olmadığı bir çağda beklentisizlik içinde yazılıyor.
Söylemek istediğim hukukun hala o eski, sizin de bildiğiniz, örümcek ağı
olduğu. Zayıfın takılıp kaldığı, güçlünün yani muktedirin delip geçtiği ağ…
Bir
gün hukuk, vicdan bu topraklara geri gelecekse kesilen başın benim olmasına
razıyım. Ama çocuklar, ama kadınlar, ah çocuklar… Hepsi bu!
Osmaniye 1 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi
Hamza GÜNERİGÖK
Ah sevgili kardeşim birgün Hak sancağının altında toplanacağız ve haklı hakkını alacak o günde çok yakındır hakkın Hakka emanet
YanıtlaSil