Hayriye Ünal: Biz edebiyatta, iletişimde, gündelik hayatta
niçin terminoloji sorunu yaşıyoruz. Terimler bir türlü oturmuyor. Biri a diyor
onun a dediği şeyden öteki b anlıyor. Dili, Türkçeyi kullanma şeklimiz
hakkında görüşleriniz nelerdir?
Şiirinizin diline dair özel
çalışmalar yapıyor musunuz? Ne gibi?
Hamza Günerigök: Dünya gittikçe
karmaşık bir hâl alıyor. Bunu sadece terminoloji ve ifade unsurlarının
çeşitlenmesi anlamında söylemiyorum. İnsanların birbirini anlayamayacağı kadar
karmaşık süreçler yaşıyoruz. Sosyolojik bir değerlendirme yapmak niyetinde
değilim. Bir ülkeye sığınan bir mülteciyi bir insan acıyarak sahiplenebildiği
gibi bir diğeri çelme takıp düşürebiliyor. Şimdi temel insanî tavırların bile
aynı olay ve nesneler karşısında değişkenlik gösterdiği bir dünyada
“terminoloji” konusunda sorun yaşamak, birinin a dediğini ötekinin b anlaması
zannediyorum çok şaşılacak bir durum değil.
Dilin kendine ait bir paradigması var. Her şeyin hızla ilerleyip
değişim gösterdiği bir dünyada dilin paradigması bu yeni (aslında beklendiği
hâlde beklenmedik) durum karşısında yaşamı, bireyin çıkmazlarını ifade edecek
terim ve kavramları tanımlamak için yetersiz kalabiliyor. Sana gönderdiğim son
şiirde “bir hız tüketiyor bizi. kaçarak duruyoruz bizi / bizi yani insan
soyunun / en son ayak basanı gök boşluğuna” demiştim. Yeni durum için yeni bir
kavram arıyoruz. Bu da yeni, anlaşılırlığı sağlayacak terminolojiyi karmaşık
hâle getirdi. Şunu da ifade etmek lazım; şiirimizi bugüne kadar getiren birçok
kavram ve ifade ya yıprandı ya eskidi ya da işlevselliğini yitirdi. Dili
yenilememiz lazım bu bir geçiş dönemi de olabilir belki de. Bilemiyorum. Ama
dilin yenilenebilmesi için de bir duyarlılık yenilemeye ihtiyaç var. Yoksa
hızla yalnızlaşan ve duyularını yitiren bireyin acımasızlaşan modern dünya,
betonlaşan kentler karşısındaki çelişkileri ve tavırları anlaşılamaz.
Toplumdan, yaşamın içinden, somut dünyadan bağımsız kavramlar ortak bir
terminoloji kurmak için eksik kalıyor artık. Sartre yokken de varoluşçuluk
vardı. Kısacası akımlardan, kuramlardan, terminolojiden çok sokaklar, gerçek
hayat, çeşitlilik kazanan iletişim kanalları karşısında bireyin durumu
ilgilendiriyor beni.
Sorunun benim dili kullanma şeklimle ilgili kısmına gelince;
aslında her şairin, şiirini yaşar kılacak sözcüklerin ve dilin peşinde olduğunu
düşünüyorum. Benim çabam da bu. Ama ortada duran bir şiir gerekliliği de var.
Şiirin yazılması ve bireyin yaşam karşısındaki tavrının ortaya konulması şiirin
dilinden öncelikli bir duruma dönüşebiliyor. Bu bir kaza geçirmiş ve yarı
baygın olan birine acil müdahale yapılırken üstünün başının nasıl durduğunun o
an için gereksiz bir detay olmasından farksız. Bu elbette kuramsal
yaklaşımlardan uzak durmak değil ama şiir söz konusu olduğunda ve ben de
yaşamın aktığı nehirde yıkanan bir insansam sezilerimle hareket edebiliyorum.
Bunun bir kazanım mı bir eksiklik mi olduğunu düşünecek durumda değilim. Şairin
şiirini yaşar kılacak kendi özgün dilini kurma çabası ister istemez kendi
retoriğini de kuruyor. Sokakla, kentleşmeyle, yalnızlaşmayla, doğanın
tükenişiyle yüz yüze olan insanın çıkmazlarını en iyi şekilde ifade edebilecek
dil de gündelik dil olmalı. Necatigil de konuşma dili, gündelik dil, yazı dili
ve şiir dilinin farklı olmadığını söylüyor. Bu yüzden şairane olandan uzak
durmak “istiyorum”. Şairane olana karşı durmak öncekini dışlayarak bir dil
kurmak değil tabii ki. Dilini inşa ederken nesnelere, somut olana dokunabilmeli
şair. Rilke’nin dediği gibi görünenin balına talip olmalıyım. Bunu yaparken
yalın olmak... Bunu ne kadar başardığımın farkında değilim. Bunu anlamam için
kendi şiirime, şiirimin dışından bakabilmeliyim. Şu an ise şiirimin tam
ortasındayım. Bunları söylemek şiirin diline dair yaptığım özel çalışma mı?
Değil ise şunları da ekleyeyim. Birincil tekil özne dışında şiirde diğer
öznenin pek bir etkileyicilik gücü kalmadı. “Ben”in dışında başvurulan özne
hamasi ve gerçeklikten uzak kalabiliyor. Şiirin çizdiği çerçeveyi anlatan “ben”im.
Dilde bazı tekrarlar anlatımı güçlü kılıyor bana göre. Tekrarlamak günlük
dilden uzaklaşmak değil. Şaşkınlık içinde olan bireyin içsel haykırmaları,
belki de şizofrenik bir durum. Günceli takip etmeye çalışıyorum. Güncelden
kastım hem güncel şiir hem de yaşadıklarımızın bugünü. Şaşkınım, şaşkınlık
içinde karşıladığım her yeni duruma yeni bir anlatım aracı arıyorum. Toplum
hayatını, gündelik olanı ve modern dünyanın kıskacında olan insanı anlamak için
sokağa iniyorum ve durmadan haber takip ediyorum. Galiba işim dolayısıyla
haberin içinde olmam da benim için yeni bir dilin imkânlarına erebilecek
malzemeyi toplamam için büyük bir nimet.
Hayriye Ünal: Şiir; insan sayısı arttıkça ve ifade
araçları geliştikçe, görsel paylaşımlar, vatsap gruplarıvb. hazır ifade
kalıplarıyla yaygınlaşan iletişim sonrası değerinden kaybediyor mu sizce? Bir
şeyi şiirle ifade etmek, “şair olma arzusu” olmasa, hâlen değerli bir şey mi
sizce?
HamzaGünerigök: Bazı
evrensel duygular, her bireyin sadece kendi dönemine aitmiş gibi hissettiği ama
her dönemde insanın peşini bırakmayan bir özelliğe sahip. Mesela yalnızlık,
sadece çağımıza özgü bir durum değil. İletişim kanallarının durmadan arttığı ve
çeşitlendiği bir süreci yaşıyor insanoğlu. Ama sanayi devriminden günümüze bu
durum hep kendinden önceki kuşağı şaşırtacak düzeyde gelişerek bugüne geldi.
İnsan sayısı da hep arttı, hatta bu ilk insandan bugüne böyle süregeldi. Karşı
karşıya olduğumuz problem günümüze ait bir problem değil. Problem olan kısım
yeni ortaya çıkan bilginin aynı anda başka yerlerde olabilmesi ve iletişim
araçları artarken yalnızlığın azalmıyor olması. Bu iletişim hızı nereye varır?
Kestirilmesi güç.
Meseleye önce şiirin araçsallaşması
açısından bakmak lazım... Ben şiire hiçbir zaman bir araç gözüyle bakmadım.
Şiir benim için durmadan yoğunluk kazanarak genişleyen bir yaşam biçimi. Görsel
paylaşımların yapılabilmesi şiirde deneysel yaklaşımlara zenginlik sunabilir.
Ama ifade araçlarıyla şiir olanın daha çok insana ulaşabilmesi şiire bir değer
katmaz. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum. Turgut Uyar, Fethi Naci tarafından
yapılan bir söyleşide İkinci Yeni diye bilinen şiirin okur tarafından fark
edildiğini ve “okur sayısını azaltacak kadar güçlü” olduğunu söylüyor. Haksız
da değil. Şiir kalabalıkla organik bağını bir şekilde koparmayı başarmış küçük
bir zümrenin yanındadır. Bu anlamda gelişen ifade araçları deneysel
yaklaşımlara ancak malzeme taşıyabilir. Şiire nitelik katmaz.
Bir şeyi şiirle ifade etmede bir
süreklilik yoksa şiir için bir anlamı da yoktur bana göre. Yine Rilke gibi
söyleyecek olursam sanıldığı gibi mısralar duyguların değil yaşanmış olanın
verimidir. Şiirsel bir taşkınlıkla ortaya çıkan olsa olsa histir, şiir değil.
Şu da bir gerçek; şairlik, “şair olma arzusuyla” başlıyor zaten. Ama söylenenin
şiir, söyleyenin şair olması, bireyin şair olmanın verdiği kaotik durumu fark
etmesi ve [bilinçli olarak] bu kaotik durumu kabullenmesiyle mümkün.
Hayriye Ünal: Neden-sonuç
ilişkileri sanki edebiyatın problemi değilmiş gibi algılanıyor. Edebiyatın
sorunlarına kafa yorarken bir sistem, bir teori gerekmiyormuş gibi
düşünülmekte. Şiir akılla ilgili değilmiş gibi yaygın bir kanaat var. Akıl-duygu
akıl-kalp vb. ayrıştırmalar sizce niye var?
HamzaGünerigök: Kim
böyle algılıyor? Şiir duygusal olandan daha çok düşünsel bir çabanın verimi.
Şairin sezileri önemli; ama teorisiz şiir inşa etmek havanda su dövmekten, dama
merdivensiz çıkmaya çalışmaktan farksız bir durum. Deli saçması. Herkes bir
şekilde kendi teorisini inşa ediyor. Teorisizliği savunmak bile böyle bir
pratiği doğurur. Düşülen hata bana göre şurada; şairin kendinden sonra bir
kuram bırakma çabası. Bu yanlış, o zaman şair değil kuramcı olunur. Şairden ve
şairin kuramından sonra kalması gereken şiirdir. Kuram bilim gibi eskir,
eklektik olarak farklılaşır. Baudleaire, Poe, Valéry gibi şairlerin kuramları
çoktan eskidi. Asıl olan şiirdir, kuramın şiire nüfuz etmesidir.
Hayriye Ünal: Türlerin
tanımlanışı ve türleri birbirinden ayıran sınırların belirsizliği üzerine
postmodern kafa karışıklığı eklendi. Kullandığımız aygıtlar, araçlar değişti.
Daha komplike araçlar kullanıyoruz. Bunun gündelik yaşama pratik faydaları var
şüphesiz, fakat “biri şu dağınıklığı toplasa” hissi var, yok mu? Ne
düşünüyorsunuz bu konuda?
HamzaGünerigök: Postmodern kafa karışıklığının
getirdiği nimetlerden biri, bir işaretler sistemi olarak dilin yeni
değerlendirmelere müsait bir biçimde kullanılabilmesi. Ortaya konan metin bir
döngü içinde tamama ermeden devinim gösteriyor.
Şiirsel olandan ve lirik coşkunluktan uzak durma kaygısı şiiri biçim ve
anlam itibariyle yeni ve karmaşık bir türe yaklaştırdı. Kaldı ki bana göre her
şiirin mutlaka iyi kötü bir öyküsü vardır. Şiirde de bir anlatıcı pekâlâ
mümkün... Bu anlatıcı teatral metinlerden rol ve biçim de çalabilir. Son
şiirime bakılırsa ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak. Zaman zaman şiirin
geçirdiği bu eklektik değişimler şiirin sınırlarının ihlal edildiği anlamına
gelmez. Türler arasında geçişkenlik sağlamak, yeni ifade araçları oluşturmak iyi
bir fırsat da olabilir. Bırakalım sınırlar biraz karışsın. Zaten insanı dar bir
alana hapseden de sınırlar değil mi? Mevzu dağınıklık ise toplum arasında
yaygın bir ifadeyle söyleyeyim. “Bırak dağınık kalsın.”
Hayriye Ünal: Bugün
şiirimizin en belirgin sorunu sizce nedir?
HamzaGünerigök: Öncelikle
bir eleştirmen problemi yaşadığımız ortada. Dergilerde esaslı eleştiri yapmaya
çalışanların sayısı yok denecek kadar az. Eleştirmenden kastım bir şairin bir
başka şair hakkındaki değerlendirme yapması değil. Eleştiriyi bir tür olarak
dert edinmiş ve şiirimizin gelişimi için bu işe kafa yoran kişiyi kast
ediyorum. Nitelikli eleştirmen genç şairinin kendi şiir serüveninde yol
almasını sağlayabilir. Bu eksiklik genç şairleri bazı dergi ortamlarına
yayınevlerine kanalize ediyor. Ortamlara dâhil olma kaygısı yeni bir şiir
açılımını henüz yolun başındayken bastırmış oluyor. Onlar gibi olmak, onlar
gibi yazmak kaygısı 2010 kuşağının en büyük çıkmazı galiba. Bu yüzden bizim
diyebileceğimiz bir kuşağı arıyorum. Ortalıkta görebildiğim çok ama çok sayıda
arkadaş var. Bu belirgin bir sorun. Bir birliktelikten söz etmek mümkün değil.
2000 kuşağı da bireysel çabalarla vardı. O birikimin bugün beslenebildiğini
söylemek güç. Önceki kuşaklardan bazı isimler etrafına topladıkları gençlerle
sağa sola saldırıyor. Bu zaman zaman dillendirilen bir çetecilik... Onlar
gibiysen yaşamayı hak edersin, değilsen vur abalıya.
Edebiyat
bir mücadele alanı olsa da edebiyatın hep ruhları teskin eden bir yanı olduğunu
düşünmüşümdür. En çetin savaş dönemlerinde bile ortaya konan edebi metinlerde
insanı umutlandıran kırıntılar vardır. Vercors’un“Susan Deniz”ini hep böyle bir
umut duyumsayarak okumuştum. Keşke bu dönemi de edebi metinler üzerinden
konuşsak ama yok. İnsanlar edebi ürünler üzerinden değil; bireysel saplantılar,
politik hırslar üzerinden saldırıyor birbirine. Atlar tepişmiş şiir ayaklar
altında kalmış kime ne? Bu durumu henüz uzaktan izleyen biri olarak zaman zaman
bir adım geriye doğru gitmek istediğimi itiraf etmeliyim. Şimdilik sadece
dışında kalmak istiyorum bu bireysel hırsların. Bir de tabii sosyal medya var.
İnsanlar tweet atarak ve etrafında topladığı insanlardan birkaç RT alarak
edebiyat tarihine tutunmaya çalışıyor. Bu trajik bir durum... Ama beni rahatsız
eden bir başka problemse özellikle genç şairlerin hiç yoktan elde ettikleri
ifade vasıtalarıyla çok üst perdeden atıp tutmaları. Biraz tevazu ya hu… “Şiir”
sorunundan önce “şair” sorununu halledebilirsek işimiz daha kolay.
Eleştirinin
yeni ürünleri beslediği, şairin sırtını patrona dayamadığı, insanların
birbirini anlamak için birazcık da olsun çaba gösterdikleri bir dönem
düşlüyorum. Gelir mi? Umutsuz değilim. Umutsuzluk kavramını sevmiyorum.
Hayriye Ünal:Ortamdaki ayak oyunları, çetecilik konusuna değinmek istiyorum. Şiir
tarihi düşüncesi, şairleri şiir düşüncesinden nasıl uzaklaştırıyor? Peşinen “tarihe
kalma arzusu”nun bir başına ayıp olmadığını düşünüyorum. Bir davranış bozukluğu
ürettiği ve şiir eleştirisinde samimiyetsizliği kural hâline getirdiği için
konuşulmaya değer belki. Dergi editörlerinin şair seçimlerinden, kitap basma
konusunda yayınevlerinde genç şairlerin yaşadıkları zorluklara kadar her şey
şairin şiirdeki istikametini etkiliyor. Genç şair, ona iç sesinin buyurduğunu
mu, dış dünyanın buyurduğunu mu yapıyor? Şiirde ilerlemek istediği yolu, bir
takım ortamlara dahil olma adına sürdüremediği, şiir tarzını bile
koruyamadığını söylemek bile mümkün. Burada genel anlamda şairin “olduğu gibi
olma özgürlüğü”nü kısıtlayan büyük mekanizmalar söz konusu olduğu kadar, şairin
“kabul edilme arzusu” da söz konusu. Daha genç yaşta teslim olunan bir
konformizm, sürü mantığıyla hareket etmek, kirli rekabet yapmak… kaynağı ne
olursa olsun, nasıl o şiirde bir başkaldırının önüne geçmez, nasıl muhalif bir
tavrı sağlayabilir? Eleştiri de güdümleniyor böyle bakınca. Ve tabii yaşlı
şairlerin çeşitli kurum, yayınevi, etkinlik vb. belirleyici konumları varken
genç şairin izleyeceği yol “çaresizlikler”le dolu diyebiliriz. Bu durumlara
karşı, siz n’apmaktasınız? Neyi isteyip de yapamıyorsunuz? Neleri nasıl
aşabiliyorsunuz?
HamzaGünerigök: Hayriye sen durumu soruda ortaya
koymuşsun zaten. Ama bu kadar da karamsar olma lütfen. Genç şairin
çaresizlikten kurtulabilmesi için gençliğin verdiği enerjiyi ve ancak gençliğin
ortaya koyabileceği özgünlük gücünü fark etmesi lazım. 2010 kuşağı henüz bunun
farkında değil. Gelişen internet ağlarının, sosyal medyanın, tüketime dayalı
oluşturduğu şokun etkisi altında... Ama inanıyorum bu şoku bir şekilde atlatıp
kendi kimliğini yazınsal türlere yansıtacaktır. Edebî ortamlar insanların kendi
mecralarında gelişim gösterdiği ürün ortaya koyduğu ortamlardan ziyade eleman
devşirme kampları gibi çalışıyor. Bu durum karşısında yaptığım; gruplaşmış,
saldırganlaşmış, üründen çok kişiyi önceleyen ortamlardan uzak durmaya
çalışıyorum. Bazı isimlerin sadece edebi anlamda ortaya koyduğu ürünlerine
odaklanıyorum. Kişileri ve tartışma üsluplarını bir şekilde görmezden gelmeye
çalışıyorum. Geçmiş birikimin günümüze ulaşıncaya kadar geçirdiği dönüşümü
anlamaya çalışıyorum.
Hayriye Ünal: Peki, Hamza. Genel anlamda umutsuz olmadığını söylüyorsun,
ben de karamsarım haklısın amasen de sosyal
medyanda tadı kaçmış bir dünyadan gitmekle ilgili isteğini belirtiyorsun.
Şiirlerinde de ilerleme, kentleşme eleştirileri sıklıkla yer alıyor. Mutsuz bir
özneyi sezdiriyor bu bize. Dünyada mukim ve dünyanın (ve dünya nimetlerinin)
kullanıcılarından biri de sensin. Şair kimliğin sana bu itiraz haklarını
verirken, kullanıcı olarak yaşamın sürüyor. Bu doğrultuda sana şu sorularım
var: Şiir hayatla sınanmama lüksüne sahip midir? Eleştirel duruş, bir şairin
kimliğini oluştururken neleri kapsayabilir? Sözün ne tür bir yaptırımı vardır?
Hamza Günerigök: Bahsettiğin iletide “Tadı kaçmış bir
dünyada yaşıyoruz. Neyse ki hepimiz gideceğiz buralardan.” demiştim. Biraz pes
edip geri çekilen bir tavrı yansıtıyor. Bunu son zamanlarda sıkça acısını
duyumsadığımız göçmen trajedisi karşısında yazmıştım. Kendi başlatmadıkları ve
başladığı zaman henüz dünyada olmadıkları bir savaşın bedelini çocuklar derin
sularda boğularak ve cansız, küçük bedenleri kıyılara bir balık gibi vurarak
ödüyor. Acı hep vardı; ama şimdi daha yoğun, geniş bir coğrafyada ve daha
gereksiz nedenlerle var. Acıdan daha trajedik olansa diğer insanların, acıya
kapılmış insanları büyük bir soğukkanlılıkla kurgusal bir metne bakıyor gibi
izlemeleri.
Kendi adıma beni yazmaya iten;
insancıl olandan hızla uzaklaşarak mekanikleşmemiz... Robotlar modern dünyada
henüz insanların yerini alamadı. Ama insanlar gönüllü olarak robotlara biçilen
rolü çaldı. Kentleşme eleştirilerimin temelinde bu yatıyor. Hızla yeşilin ve
doğanın tükenişi, hızla insanın biçim değiştirerek robotlaşmasıyla atbaşı
gidiyor. Evet, bu tablo dünyanın tadının
kaçtığının göstergesi… Ama bu tablo karşısında çekip gitmeye sığınmak aşırı
romantizmden ileriye gidememektir. Sosyal medyada yazdığımın aksine şair;
kalan, gitmeden direnendir. Yine klasik konusu, bizi hep kurtarmaya çalışan
Amerikalıların dünyayı kurtarmaya çalıştığı bir filmde izlemiştim. Filmde bazı
bilim adamları ve yine bazı politikacılar dışında dünyanın sonunun geldiğini
Maya medeniyetinin öngörüsüne göre önceden anlayan bir radyocu var. Herkes gibi
kaçmak yerine kalıp bir tepeye çıkarak kıyameti tüm çıplaklığıyla henüz yıkımın
ulaşmadığı yerler için anlatmaya kararlı. Bu yıkım nerden başlayacak diye
bağlanan bir dinleyicisine “böyle bir şey ancak Hollywood’da başlayabilir”
deyip alttan alta subliminal mesajlar da veriyor. O başka… “Ben Charlie Frost,
pek yakın bir tarihte dünya üzerindeki en büyük faal yanardağ olacak Yellowstone
millî parkından canlı yayınla sizlerleyim.” diyerek bir de artistlik
yapıyor. Ama bu çılgın adamın duruşu
önemli, felaket bulunduğu yeri yok edinceye kadar yayınını sürdürüyor. Bir spor
müsabakası tabiriyle bu bir alan savunmasıdır. Bu tabloyu dinleyicilerine de
aktardığı için üzerine gelen felaketi kollarını açıp gülümseyerek karşılıyor.
Şairin de durduramazsa bile acıya, kentleşmeye, yozlaşmaya, yıkıma karşı duruşu
budur. Bu olmalıdır. Bu, şairin hayatla sınanma karşısındaki duruşudur.
Eleştirel duruşun sınırları ise
şairin sanat dünyasının sınırlarının ulaştığı tüm alandır. Bu, gerçekten
beslenen ve kimi zaman hayalle ifade edilebilecek izafi bir dünyadır. Los
Angeles’ta yaşayan bir yapımcıdan dinlemiştim. Hollywood için “burada hayal
kurabildiğin ölçüde kazanırsın” demişti. Sözün de dilin paradigması içinde
geniş bir eylem alanı var. Ama sözün yaptırımı ise sadece sözün etki alanına
talip olan için söz konusudur. Biz yine de son sözü Yunusça diyelim:
“söz ola kese savaşı, söz ola
kestire başı
söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede
bir söz”
Hayriye Ünal: Şiirin bugünkü hızlı dünyada önemi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu noktada “edebiyat
yapmadan” gerçek bir fikre ihtiyacım var. Çok önemli olmak ve önemsizleşmek
arasında salınıyor şiir. Herhangi bir suçlu aramıyorum. Bireysel olarak sizin
dünyanızda şiir niçin önemli? Veya öyle mi? Burada olduğunuza göre önemli.
Niçin?
HamzaGünerigök: Dünya büyüyüp
hızlandıkça biz küçülüyor ve dünyanın hızına yetişmeye çalışıyoruz. Meseleye
sadece şiir tekelinden bakmadan şunu söyleyebilirim. Her edebi araç bu hızdan
kopmamak ve hızlanan dünyanın hızıyla savrulmamak için tutunulan can simidi…
Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünden küçük bir alıntı yapayım. Şöyle
diyor: “Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da
bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü
bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem
kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük
değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum.
Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Öncelikle deli olmamak
için yazıyoruz galiba. Çünkü edebiyat hayata tutunabilmek etrafımızdaki
nesneleri anlamlandırmak toplumsal olana dokunmak için erişimi kolay bir araç.
Neden şiir kısmına gelince; bir ifade biçimi ararken yanı başımda ilk şiiri
buldum. Şiirin içine girmenin daha kolay olacağını, kendimi pratik anlamda daha
iyi ifade edebileceğimi, ellerimin ulaşamadığı yerlere şiirin daha kolay
ulaşacağını düşünmüştüm. Bu düşüncem uzun sürmedi. Yanıldığımı şiirin ilk
kapısının araladığımda fark ettim. İçerde art arda açılmayı bekleyen başka
kapılar vardı. Hemen çözümleyebileceğim bir tür gibi duran şiir daha kaotik ve
çetin çıkmıştı. Şiiri bugün benim için önemli kılan da bu kaotik ve kavgaya
müsait ortamda gönüllü olarak duruyor olmam. Ama şiir, hayatımda şurada ya da
burada diyemiyorum. Çünkü konumlandırma yapabileceğim böyle münferit bir yer
yok. Ailemiz, işimi, kendimize ait bir yaşam alanımız ve dünyayı algılama
biçimimiz var. Şiir tüm bunlarla beraber yürüyor. Bir savaşla, kesilen bir
zeytin ağacıyla, betonlaşan yeni bir sokakla, haber okurken yeni bir haberle,
etrafımda beni etkileyen yeni bir nesneyle karşılaştığımda şiirle düşündüğümü,
nesneleri olayları şiirle algıladığımı fark ediyorum. Yani şiir, bir şekilde
çıkarıp bir kenara koyamadığım kafamın içinde; benimle beraber yürüyor.
Hayriye Ünal: Matbuu gereçlerin yerini elektronik gereçlere bırakmasıyla şiire neler
olacak? Şiirin gereçlerle ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?
HamzaGünerigök: Ben biraz gelenekçiyim galiba. Kindledan kitap okuyamıyorum. Kitap
okurken çizmeli, karalamalı, üzerine notlar almalı, gerekirse koparmalı,
yırtmalıyım. İnternetten şiir okumak hoşuma gitmiyor. Çabuk yoruluyorum. Şiir
matbuu bir gereçten okunmalı bana göre. Yazılarımı ve şiirlerimi de elle
yazıyorum önce. Mekanik bilgisayar tuşları yoğunlaşmamı engelliyor. Böyle düşünüyorum.
Yine de elektronik gereçler şiirde yeni anlatım kanallarının arandığı bir
dönemde deneysel çalışmalara katkı sağlayabilir. Ne gibi? Bilemiyorum. Şiiri
geri götürmeyeceği kesin.
Hayriye Ünal: Şairin kendi acısı ve başkalarının acısı şiirde müşterek bir alanda ne
kadar buluşabilir? Dünyadaki tüm zulüm ve kıyımlar karşısında şairane bir
sorumluluk hissi taşıyor musunuz? Bunun şiir diline doğrudan girişi –bildiğiniz
gibi- çoğu zaman hamaseti doğurur, doğurmuştur da nitekim. Fakat Türk
edebiyatçısının makûs talihi “edebî kariyer” için siyasileşmekten geçer. Bu
tuzağa düşmeden şiirde insanî müşterek yaratmak konusunda ne düşünüyorsunuz?
HamzaGünerigök: Hayriye soruların çok uzun ve
kapsamlı. Soru içinde soru var. Umarım daha geniş bir platformda bu soruları
tartışırız. Önce Türk edebiyatçısının makûs talihi dediğin “edebî kariyer için
siyasileşmek”ten başlayayım. Bu, günümüze ait bir durum değil. Patronajın bizim
sanat geçmişimiz üzerindeki etkisi diğer toplumlardan daha fazla galiba.
Patrimonyal toplumlarda sadece edebiyat değil bütün sanat araçları bir şekilde
egemen hükümdara, sınıfa, iktidara, baskın siyasi yapıya doğru yol alıyor.
Günümüzde patronajın bir talebi olmasa da [kariyerden daha ağır bir ifadeyle] “edebî
alanda görünmenin oluşturduğu rant”, şairi ya da edebiyatçıyı siyasileşmenin
eşiğine sürüklüyor. Bu tehlikeli bir tuzak…
Şair şiirde
kendi kişisel acılarını işlerken dikkatli olmalı; çünkü şiir, şairin bireysel
tarihini yansıtan bir belge değildir. Dünyadaki zulüm ve kıyımlar, insanların
kutuplaşması ve değer yitimi karşısında elbette içimiz yanıyor. Birkaç gün önce
henüz doğmamış bir bebeğin kafasına bir şarapnel parçası isabet ettiği haberini
okudum. Bu dünyadaki kirliğin henüz ne olduğunu bile bilmeden hatta bu dünyaya
gelmeden bir zulme maruz kalıyor çocuk. Yaşamı şiirle algılayan biri bu
kıyımlara elbette bigâne kalamaz. Kalmamalıdır. Bu işin şiirle bakılabilecek
yönü. Ama hangi konuda olursa olsun hamaset yapmak şiirin ruhunu kirletiyor.
Şair her acıya dokunabilir, bir kuyumcu titizliğiyle; ama acıdan rant elde
etmek, acıyı metalaştırarak hamaset yapmak şairin işi değildir. Kaldı ki bu
üslup politikacının da işi olmamalı.
Yeryüzündeki acılar,
kıyımlar aşağı yukarı hep vardı. Toplum da nice nesiller eskitti ama hâlâ aynı
şeyleri beğeniyor. Çoğunluğun, egemen grubun şairi olmaya niyetlenmiş kişi
baştan kaybetmiştir. Sanat; siyasileşerek, kalabalığın nabzına göre enjekte
edilen bir ilaç değildir. Olmamalıdır.
Çok geçmişe gitmeye gerek yok, yakın tarihimize bakalım lütfen.
Kalabalığın, siyasetin, devletin, resmi ideolojinin şairleri bugün zihin
tutuşturacak bir kıvılcımdan bile yoksunlar. Bugün edebî kariyer için
siyasileşenleri de emin olun yarın kimse hatırlamayacaktır bile. Asgari
müşterek tribünlere dönmeden, rant beklemeden insanî olanı şiir paydasında
buluşturmakla mümkün olacaktır.
(Hece Dergisi, Sayı 227)
Genç Şair Oturumu'n tam metni için Hece 227. sayıya bakılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder