Kategoriler

5 Kasım 2015 Perşembe

ŞAİR ŞAİR OLUNCA NE DEĞİŞİR DÜNYADA?

Hece 227'de şiir konuştuk. Dosyanın başlığı "Şair Şair Olunca Ne Değişir Dünyada?"
Soruları Hayriye Ünal sordu. Ünal'ın Hece dergisindeki genç şair oturumları bir kitap olma yolunda hızla ilerliyor.
Dosyada kimler mi var? 
Ahmet Sezikli, Cengizhan Genç, Hamza Günerigök, Hasan Bozdaş, Hasan Özlen, Melike Kılıç, Süleyman Sabri...
Güzel olan şu: Genç bir kuşağın fotoğrafı çekiliyor ve hepimiz henüz genç sayılabilecek yaştayız.





Hamza Günerigök: Edebiyat bir mücadele alanı olsa da edebiyatın hep ruhları teskin eden bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. En çetin savaş dönemlerinde bile ortaya konan edebi metinlerde insanı umutlandıran kırıntılar vardır. Vercors’un “Susan Deniz”ini hep böyle bir umut duyumsayarak okumuştum. Keşke bu dönemi de edebi metinler üzerinden konuşsak ama yok. İnsanlar edebi ürünler üzerinden değil; bireysel saplantılar, politik hırslar üzerinden saldırıyor birbirine.

Hasan Bozdaş: Bugün sırf yazınsal olduğu ve şiire benzediği halde şiir kategorisine alınmayan eserler dururken, türlerin bu şekilde ortadan kaldırılması postmodern sanatı çok da içime sindirmiyor. Eğer her şeye şiir diyebiliyorsak en iyi şair hiç şiir yazmamış olmasına rağmen Marina Abramović’tir. 


Melike Kılıç: Tefekkür eksikliğinden kaynaklanan tekerrür fazlalığı. Sadece şiirin değil, dâhil olduğumuz ya da olmaya çalıştığımız medeniyetlerle alakalı tüm sosyal ve siyasi araçların sorunu bu.

Süleyman Sabri: Bir şeyleri terk edebilmeyle problemliyim. Kastettiğim nesneden, dünyadan kurtulmak değil onu karşısına alıp itibarsızlaştırabilmek, onunla, ona rağmen, ona meydan okuyarak devam edebilmek. Bu akışta psişenin muhatap olduğu dili nesneyle, bu dünyayla eşleştirirsek “Elahora”nın dili terk etmesi yine “uydurulan”ı, dilin bizatihi bir üretimi olması sebebiyle kendisine cebrettirir. Birtakım imgelerden geçerek son kıtada ulaştığı şair tarafından uçağa toplatılıp beraberinde “yere çakılma” imgesi de bu paradoksu ortaya koyuyor yani “object petit a”.

Cengizhan Genç: İfade araçları geliştikçe şiirin değerini kaybettiğini düşünmüyorum. Neden kaybetsin ki? Gerçekten iyi olan yüzyıl sonra bile olsa hak ettiği değeri muhakkak bulacaktır. Bunun edebiyatımızda da örnekleri var. Hakan Şarkdemir Kahramanın Dönüşü adlı eserinde şöyle der: “…modern epik şairin, sürekli bir biçimde, ‘hakikat’e doğru ya da ‘hakikat’ten doğru ilerleyen bir leitmotifi kolladığını fark ederiz.” Bu leitmotif şiirdeki yerini koruduğu sürece şiirin hangi şartlar altında olursa olsun değerini kaybedeceğine inanmıyorum. Sosyal medyanın ve gelişen teknolojinin şiire şöyle bir kötülüğü olduğunu söyleyebilmek mümkün ama vasat ve vasat altı şiirler yazılıyor ve yazılacak ve dergilerde kendilerine yer bulmaya devam edecekler. Çünkü sıradan okuyucu için içinde edebî söz oyunlarının olmadığı, tek seferde anlaşılabilir mısraların olduğu şiirler okumak daima cazip olarak kalacak. 

Hasan Özlen: Gençler teşvik edileceğine tevkif edilmektedir. Kitabı çıkan birinin şiiri üzerine doğru dürüst bir yazı yazılmamaktadır. Gerekçe kesindir: Şiir ondan önce yazılmış, bitirilmiştir. Söylenmemiş söz kalmamıştır. Umutsuz ve karamsar bir hava hakim. Böyle bir atmosferde dayanmak ve azmetmek çok zor. Peygamber sabrı istiyor bu iş. Kaçıp çok uzaklara gitmek birçok kişinin aklından geçmiyor değil. Ama öyle bir yer yok.

Ahmet Sezikli: Adına Kürdistan dedikleri bir yerde doğmuş olmam (Elaziz) ve doğup büyüdüğüm yerle bağımın olması da beni oraya sürüklemektedir. Kürd meselesinin hâlâ çözülememiş olması canımı sıkan değil, canımı yakan bir durum. Kürdistan Tartışması’nı yazdığımda güzel günlerdeydik. Bugünlerde ise her şey kötüye gidiyor. Bu ülkeye barış yakın bir zamanda gelecektir. Barış geldiğinde bu söylediklerim daha anlamlı ya da daha anlamsız olabilir o gün. Varsın olsun.


(Bu oturumun tam metni Hece dergisinin 227. sayısında yer almaktadır.)



31 Ekim 2015 Cumartesi

ŞEHİR VE ŞİİR

Bursa

Şehirlerimiz geçmişini yitirerek büyüyor. Bir şey başka bir şeye eklenmeden diğerini yıkarak genişliyor. Londra, Roma, Madrid, Viyana, Varşova ne kadar geçmişine tutunmaya çalışıyor ise biz de aynı hızla İstanbul’u ve diğer kentleri geçmişinden koparıyoruz. Kendini yani özünü yitiren bir kent şiire nasıl kılavuzluk edebilir?

Şair özünü ve estetik mahiyetini kaybeden kentlerde bir tehlikeyle yüz yüzedir. Belki de bu yüzden Rilke “sanat yapıları tehlike içinde bulunuyor olmanın ürünleridir” diyor. Tehlike, yığınlaşma ve betonlaşmayla gelen kültür yitimi…

Sanat eserleri ve mimari yapılar, birer ifade vasıtası oldukları kadar toplumsal kimliğe de ayna tutar. Mimari, salt taşları ve betonu bir araya getirmek değil bunu aynı zamanda bilinçle yoğurabilme becerisi. Sadece kendini düşünen bireyin estetik ve ahlaki olma vasfını taşıması beklenemez. “Bencil insanın beğeni duygusu olmaz” diyor I. Kant. Estetikten yoksun ve felsefi olmayan bir şehircilikle yükseliyor binalar. Eski ve yeni mimari arasında gün geçtikçe açılan mesafe ve ortaya çıkan kimliksizlik aydının ve erdemli toplumun eşyaya ve insana olan bakış açısını yeniden sorgulamaya çağırıyor. Eski ve yeni mimari; biri sanat diğeri kitsch…

Görmek, bakmaktan farklı olarak bilişsel bir eylem. Zihnimiz çoğu zaman biz istemesek de durmadan çalışıyor. Kısacası görmek zorundayız binaları, kalabalık caddeleri ve üst üste yığılan beton yapıları… Baudelaire, penceren gördüğü çiğ renkler karşısında “bu renkler gözlerim içim dayanılmaz bir ıstırap kaynağıydı” diyordu. Oysa her gün ağardığında çiğ binalarla yeniden karşılaşıyoruz. Estetik dışı bir forma alışıyoruz sürekli, kurbağa deneyindeki gibi. Zıplamadan ölebilir insan!

Prag
Postmodernist bir şairden mimari ve bu mimarinin kaynaklık ettiği müziğin sesini açmasını beklemek okuyucunun en doğal hakkı. Schelling mimariyi, “donmuş/taşlaşmış müzik” olarak tanımlıyor. Mimari doğası itibariyle bir sukutu barındırsa da sesi ve müziği de duyurur. Yani bu sükûn kadar hareketin de inşası demek.[i] Melodinin, uyumun ve ahengin inşası… Peki ya günümüz mimarisi? Ahenk yerine uyumsuzluk, müzik yerine gürültü inşa ediyor. Bu; gürültüden, betonlaşan ve mekanikleşen modern dünyadan şiirin kanatlarında kaçmayı kaçınılmaz kılıyor. Modern dünya yok oldukça; yani görünür görünmez hale geldikçe unutulan eski dünyaya eski mimariye kapı aralanabilir.

Manchester ve New York’tan sonra yolu İstanbul’a uğrayan John Ash’e kulak verelim.

“İstanbul’da / sık sık yaşanan elektrik kesintileri / hepimizi romantikleştirdi. / Döndük yeniden kaleme ve kağıda, / basit basılı sayfalara / mum ışığında yıkanan, / sustuğu için makinalar / hepimiz başladık kendimizi / Osmanlı, hatta Bizanslı hissetmeye”[ii]

Modern insan ise durmadan doğasını tahrip ediyor. Modernleşirken uygarlık ve doğa kaçınılmaz bir çatışma içinde. Bu çatışmadan ortaya çıkan imar geçmişinden koptukça kimliksiz bir yığına dönüşüyor. Oysa “her doğal şey kesinlikle güzeldir”.[iii] Şairin görünür betonlaşma tehlikesi karşısındaki tepkisi ise kaçınılmaz olarak eskiye ve doğaya özlem:

“evler düş görürse/ bir kıra bir tepeye açılır kapı / bizi betona bağlayan yitirdiğimiz nedir? / toprak ayakları rüzgâr saçları özler”[iv]

Şiiri ve şehri ortak paydada buluşturan, bir söylem olmaları… İkisinin de öznesi insan. Şair söylemi kendi yaşadığı duygular çerçevesinde değerlendirip yorumlar. Şiirin dolaştığı mekânlarda, dokunduğu ve gördüğü mimaride yaşamsal bir iz arayan ve aynı zamanda sosyal bir duyarlılık sahibi olan özneyle karşılaşırız. Schopenhauer’a göre “nesnenin ne kadar bilincindeysek öznenin o kadar bilincinde oluruz”. Sorun ise bugün bilincinde olabildiğimiz nesnelerin estetik formdan uzaklaşarak kitschleşmesi.

Bir üslup yitimi yaşıyoruz. Beş şehirde de Tanpınar İstanbul’dan bahsederken yitirdiklerimizden yakınmaktadır: “Biz şehir fikrini kaybettik. Nerede o eski İstanbul? Haraptı, fakirdi ve biçareydi. Fakat kendine göre bir üslubu vardı.”[v]

John Ash
Batıda şehirler eski fonksiyonlarını yitirse de mimari özelliklerinde, geçmişlerinden kopmadan günümüze uzanıp şiire kaynaklık ediyor. Mimari, postmodernizmin doğuşunun ve modernizm-postmodernizm ilişkisinin izlendiği temel alanlardan biri; hareketleri, renkleri, dekoru ve sonuç olarak binalardan, şehirlerden aldığımız hazzı tekrar yaratır. Eski mimarisiyle şehrin şiire nasıl kaynaklık ettiğine yine Ash’in “Bina” şiirinde bakalım:

“Viyana, Petersburgh, ölü Milet, Anuradhapura ve gururlu Tiganocerta… / Ve bunlar artık merkezi değiller ne yönetimin ne askeri / operasyonların ya da bürokrasinin. Şu an sadece keyfini sürmek için varlar / - gül çalılarının, asmaların ve yasak eğlencelerin mekanı onlar / nazik ve barbar şehirler”[vi]

Şiir ruhsuz mimari, betonlaşma ve kimliksizlik karşısında bir direniş haline dönüşüyor. Şehirlerimizin ise artık ne olduklarına karar vermelerinin vakti geldi geçiyor. Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarına, yeni mi eski olduklarına,  hangi eskinin devamı olduklarına..
.
Artık bizim kadar İstanbullu olan Ash’in İstanbul için çizdiği tabloysa karasızlığın özeti sanki:“İstanbul mütemadiyen olmadık yönü ile yüz yüze gelmektedir. Boşluk, göç, sürekli olamayış. Buna göre ruh hali bir zamanlar imparatorluk geçmişine iyice kök salmış durumdadır ve mimari mirasının varlığını korumaktadır; ama aynı zamanda esen rüzgâr gibi kararsız ve dönektir.”




[i] Cündioğlu, Düccane. Mimarlık ve Felsefe, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014  
[ii] Ash, John.  The Anatolikon / Anatolikon, YKY, İstanbul, 1999
[iii] Schopenhauer. Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010
[iv] Günerigök, Hamza. “Z9” Şiiri
[v] Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, Dergah yayınları, 2014 
[vi] Kennedy, David. New Relations: The Refashioning of British Poetry 1980-94. Bridgend: Seren-Poetry Wales, 1996.


(Hece Dergisi, Sayı 221)

26 Ekim 2015 Pazartesi

ŞAİRİN ROMANI

“Romanlar ikinci hayatlardır” diyerek başlıyor Orhan Pamuk,Saf ve Düşünceli Romancı'da. Okuduğumuz her romanda bize ait bir iz bulduğumuz ölçüde mutlu oluyoruz. Hayatımızın renkleri, hayal dünyamız, yönelimlerimiz bizi bir romana yaklaştırır yahut ondan uzaklaştırır. Bu en azından biz okurlar için böyledir. Romancıysa romanıyla bir manzara resmeder gibi kendi iç dünyasını, nesneler karşısındaki duruşunu, eşyayı ve durumu algılayışını ortaya koyar. Bu yüzdendir ki Stendhal“yolda gezdirilen bir ayna” olarak niteliyor romanı.
Romancı, yanında taşıdığı aynayla yaşadığı reel dünyanın dışında -içinde demek belki de daha doğru olacak- yeni bir dünya inşa ediyor. Bu dünya, yeni bir biçime kavuşabildiği ve fantastik olabildiği ölçüde sahibini özgür kılıyor. Rilke gibi söylersek, “görünenden” “görünmeyen” damıtılıyor. Romancının yaptığı tabloda yazar ya da kahramanı bir şair ise yazarın fırça darbelerinin arasında şairin varoluşsal kaygılarını görmek pekâlâ mümkün... Wallace Stevens’in dediği gibi “Doğa ve hayal gücü arasında hep bir analoji olmuştur ve belki de şiir bu paralelliğin tuhaf bir boyutudur.”
Şairin Romanı’nda şair Bendag da şiirine damıtabileceği gözlemlerini bir resim öncesi desen çalışır gibi betimliyor. Bendag’ın hep kulak verdiği ustasının bir sözü de zihninde ilk günkü diriliğiyle asılı: “Sözcüklerin aynasına bakmayı bilmeyenlerin yazdığı şiirden ne olacak?”Şairin Romanı’nı önemli kılan nokta da burada… Sözcüklerin aynasında Murathan Mungan’ın şiirinin izleklerini taşıyan bir şiir kılavuzu denilebilir Şairin Romanı için.
Bir şairin tasarlayacağı ütopik dünyayı hep merak etmişimdir. Şairin yaşamak istediği gezegen neresidir? Bir şair nasıl bir ülkeyi yurt edinmek ister? Günümüzde hak ettiği değeri göremeyen şiir, şairin ülkesinde nasıl bir konumdadır?
Adı Yerküre olan bir gezegende, Anakara ülkesinde yaşanılıyor her şey. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde her türlü zanaatın yüceltildiği gibi Anakara’da da gerçek yaşamda bulamadığımız bir ilgiyle kucaklanıyor şiir. Yazarın inşa ettiği Anakara’da herkes şair olmak istiyor; ancak şair olamayanlar başka bir uğraşa yöneliyor. Dünyayı şiirle gören ve hayatı şiirle kurgulayan bir bakış açısı var romanda. Şiirler de hak etikleri yerde kale burçlarında, köşe binalarının yüksek duvarlarında herkesin görüp okuyabildiği gösterişli bayraklarla dalgalanıyor. Romanda şiirler dilden dile dolaşarak ölümsüzlük kazanıyor, kentler şiirle inşa ediliyor ve ölümler de şiir uğruna…
Şair Bendag'ın elli yıl sonra, yüz yaşında döndüğü ülkesine, Anakara'ya ayak basmasıyla başlıyor roman. Bendag Anakara’da son yıllarını şöhretten uzak, bir gölge gibi yaşayarak ve şiir soluyarak geçirmek istemektedir. Bendag, son kez Odragend şehrine, Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne katılmak üzere yola koyulur. Bir başka usta şair Moottah da yirmi yıllık inzivadan sonra yanına aldığı Zeey ve Tagan'la şiire ve bilgeliğe dair bir yolculukla Odragend’e gitmektedir. Şiir, bir yolculuk hali ve ruhları sağaltan bir eczaya dönüşüyor romanda süren yolculuk boyunca.
Romanda her karakter, şiirin etrafında dolaşan ve şiire dokunmaya çalışanlara örnek alabileceği bir kimlik sunuyor. Şiirini ispat etmek isteyen herkes önce Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulmalıdır. Kuyuya okunan şiirler sahibinin sesiyle dönebiliyorsa artık şairlik kimliği kazanılmıştır. Bendag bilgeliği, şöhretten uzak duruşu, yıllar geçse de ustasından öğrendiklerine bağlılığıyla idealize edilen karakterlerden biridir.  Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nde yaptığı konuşmayla asker şair Agabu’nun işlediği suçları açıklamak da ona düşer. Gerçek şairin hak ettiği değeri bulması için şiirsel bir adaletle yapar bunu. “Hayatın adaleti var mı, emin değilim, ama şiirsel adalete her zaman inandım” der. Agabu, şiirlerini kıskandığı için genç şair Serhenas’ı öldürmüş, onun şiirleriyle şöhrete kavuşmuş, karısı Zeheyra’yı da bu uğurda öldürmüş ve Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulamamıştır.
Yazarın çizdiği bu ütopik ülkenin bir ruhundan bahsedilecekse o da mutlaka şiirdir. Roman, Mungan’ın bir romancıdan ziyade bir şair olduğunun itirafı...
Bir roman olarak kuşkusuz anlatım biçimine, kahramanlara, mekânlara ve olay örgüsüne dair çok şey söylenebilir Şairin Romanı için; ama romanı cazip kılan bir şiir kılavuzu olarak okunabilmesi. Bunu şiirin incelikleriyle, isimlerle, kentlerle, bitkilerle yeni bir dil inşa ederek başarıyor yazar. Bu yüzden neredeyse her karakter şair olarak yer alıyor romanda. Yazara göre “şairlerin ortalığa hâkim olacakları saatler ise herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Gece yarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar.” Ancak karanlıkla aydınlık arasında hep o ince çizgi vardır. “Şairler karanlık vakitleri kovalasa da ışığı da hep gözetirler. Şiir ışıktan doğar çünkü.”
Şair, sadece gören de değildir. Moottah: “iyi şairler, körlerin kulaklarına sahiptirler. Olmalıdırlar. Toprağı olmak, şair olmaya yetmez; kulağı da olmalıdır bir şairin”diyor romanda.
Yazarın şair kahramanı Moottah’ın ağzından oluşturduğu “çömlek” metaforu da önemlidir. Şiir çömlek gibi anayurdun toprağından yapıldığı halde başka topraklarda, Anakara’nın ve Yerküre’nin her yerinde kullanılabilir olmalıdır. Yalnızca kendi toprağında okunabilir olmak, iyi şiire yetmez.
Murathan Mungan’ın şiir, bilgelik ve incelikle inşa ettiği dünyayı yaşadığımız dünyadan farklı ve ütopik kılan, kentlerin kale burçlarındaki şiir flamalarıyla tanınması, herkesin şair olmayı arzulaması ve şairlerin en üst konumda tutulması. Anakara’yı ve Şairin Dünyası’nı yaşadığımız, gerçek dünyayla aynı kılansa şairlerin şairleri öldürmek için kelimeleri keskin bir kılıç gibi kullanmaları. Bu cinnet hali hep devam edecek. Kim bilir? Belki de şiiri cinnet besliyor.

(Hece Dergisi, Sayı 218)

25 Ekim 2015 Pazar

RİLKE İLE GÖRMEK

Rilke
Yazarları ölümsüz kılan aradan yıllar geçse de okuyucuyla aynı dili konuşmaları. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda Prag’da doğan bir şairde kendi yaşımızı, nesneler karşısındaki bakış açımızı, kendi sesimizi arıyoruz. Pekâlâ, ölmüş bir şair kitaplarımızın sayfalarına dokunarak dolaşabiliyor odamızda. Bu bir dostluktur ve kimi zaman çevirmenlere borçlu olduğumuz bir dostluk. Bir kitap ne kadar yazarının sesini taşıyorsa o kadar da çevirmeninin soluğudur. Ahmet Cemal, Türkiye’de çeviri denilince akla ilk gelen isimlerden biri.  Stefan Zweig’den İngeborg Bachman’a, Franz Kafka’dan Nietzsche’ye,  Geothe’den Rilke’ye birçok isim onun zengin çevirileriyle kültür dünyamıza girip bizden biri oldu. İş Bankası Kültür Yayınları, Ahmet Cemal’in daha önce 1994 yılında çevirisini yaptığı Rainer Maria Rilke’nin Bütün Şiirlerinden Seçmeler’i bu yıl yeniden okuyucuyla buluşturdu. 

Rilke’yi bilenler şunu da bilirler ki Rilke, her okunuşta yeni bir anlam ve yeni bir tat vadeder. O halde Rilke’ye yeniden bakmalı, Rilke ile yeniden görmeli...



1875’te Prag’da başlayan, 1926’da sahibinin cismini ötelere gönderip günümüze kadar güncelliğini koruyan bir görme biçimi denilebilir Rilke için. 4 Aralık günü Prag’da dünyayı görmeye başlıyor Rilke. Yaşadığı 51 yıllık hayat Avrupa’nın durmadan şekillendiği imparatorlukların yıkıldığı, kozmopolit ve geçişken bir kültürün derinden hissedildiği, "düş ve gerçeklik”[i] arasında gidip gelinen bir dönem. Rilke’yi yaşadığı dönemin değişimlerine indirgemek şairin söz ustalığına bir gölge gibi inebilir.

İlk şiir henüz 16 yaşındayken bir Viyana gazetesinde vücut buluyor. Ardından birbirini takip eden ve Duino Şatosu’nda, ağıtlarla taç giyen diğer şiirler. Rilke, ilk şiirinin yayınlanmasından 13 yıl sonra Malte Laurids Brigge'nin Notları'nda genç Malte’nin ağzından neyin şiir olduğunu, şiirin gençliğin tutkularından daha yüksek bir yerde durduğunu anlatıyordu.  Henüz yolun başında şiirin ardından koşan gençlere bir kılavuz oluyor Rilke : “Ah gençken yazılan mısraların değeri nedir ki! Beklemeli bütün bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların sandıkları gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli.”[ii] Yaşamış olmanın verimi için Prag’dan sonra farklı şehirlere uğruyor Rilke’nin yolu. Viyana, Münih, Floransa, Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba, Kahire bu molasız duraklardan bazıları. Bu duraklarda birçok mekân, birçok insan, birçok nesne, birçok görünen biriktiriyordu şair. Durgun göllere varmak ise sonsuzluğa bırakılıyor. Bu yolculukta adres sorulan isimlerden biri de Hödler’dir. “Hödler İçin” şiirinde: “Yazılmamıştır mola vermemiz, en yakın duraklarda, / gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine, / sonsuzluktadır ancak durgun göllere varmak.” diyen şair bu dünyada en büyük beceriyi düşleri sürdürmekte arıyor.

Rilke’nin yolculukları şiirsel bir varoluşa dönüşüyor. Şiiri ne kadar ödünsüz ise kişiliği de o ölçüde özgür ve hudutsuz.  Önemli çağdaşları var Rilke’nin. Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Krous, Hermann Broch, Franz Kafka... Çağdaşı Stefan Zweig anlatıyor: “Zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan Rilke kadar özgür değillerdir. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne bir vatanı vardı; İtalya’da, Fransa’da ya da Avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. Onunla karşılaşmak hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı.” Bu bir kaçış, aynı zamanda bir arayış.
Malte Laurids Brigge'nin Notları

Rilke, mekanikleşen bir dünyada insanın çevresinin, sokakların, kırların, nesnelerin kısacası tüm görünenlerin farkına varmaya kapı aralıyor. Yazdığı şiirlerle sadece Avrupa edebiyatına değil, bütün dünya edebiyatına mal oldu ve edebiyatta belirgin ayak izleri bıraktı. Bu etkinin en büyük nedenlerinden biri de Rilke'nin şiirlerinin şifrelerini düzyazılarında okuyucuya fısıldaması ve şiirsel üslubunu yazılarında da egemen kılması. Yeniden Malte Laurids Brigge’ye kulak verelim: “Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor.”[iii] Görebilmek, görünen ve sıradan olanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Ve ondandır ki “Biz Görünmeyen’in arılarıyız; Görünen’in balını çılgınca devşiririz; onu Görünmeyen’in altın kovanına toplamak için!” diyor. Şiir onun için bir altın kovandır. Şair ise altın kovanın bal arısı… Şairin en büyük özelliği ise istediği çiçeğin özüne ulaşabilecek kadar özgür olmasıdır. Bu bal devşirme yolculuğunda Rilke’nin yanına aldığı “militan yalnızlığım”[iv] dediği azığıdır.

Rilke’nin sahip olduğu görme biçiminde sanatının ölçütünü nesnel dünya oluşturuyor. Çağdaşlarıyla sürekli bir etkileşim içinde olan Rilke’nin ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in plastik sanatından etkilenerek, nesneye farklı bir bakış açısı kazanması bu nesnel ölçütte belirleyici olmuştur.[v]  Rilke simgesel içeriğinden dolayı şiirlerin dilsel bütünlüğü içinde kavranabilen nesneleri içsel deneyimler şeklinde biçimlendiriyor. Dışsal olgusallığın içsel bir deneyimle sanata, şiire dönüşmesine Duino Ağıtları, Orpheus Soneleri, başka şiir ve yazıları da tanıklık eder.

Ahmet Cemal’in çevirisi, Rilke’nin tüm şiirleri arasından şiirlerin çıkış tarihleri gözetilmeksizin yaptığı bir seçki. Çevirmen Hercai Şiirler adını verdiği ilk bölümde bu şiirleri, “gönlünün çektiğince” bir araya getirdiği notunu düşüyor. Bu bölümde şairin yakınmaları, kaderle, zamanla, yalnızlıkla hesaplaşması vardır. Ölüm ve ölümsüzlük de yine aynı potada eritiliyor. “Kaderdir bu rüzgârın estirdiği; bırakın, gelsin, / gelsin ne varsa tutkulardan ve körü körüne, / ne varsa uğruna yanıp tutuştuğumuz: -gelsin.” “Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi. /  Yaralanıyorum her kanat çırpışınla. / Ama kalınca yalnız, söyle, neye yarar ki, / dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?”

Hercai Şiirler bölümünden sonra Duino Ağıtları yer alıyor çeviride. Duino Ağıtları yirminci yüzyılın en büyük edebi eserlerinden biri kabul edilir.  Modern dünyanın insanı olmak sorgulanıyor ağıtlarda. Temeli Adriyatik Kıyısındaki Duino Şatosu’nda denizin uğultusuyla atılıyor; ama bitirmek öyle kolay değil. On yıl sonra İsviçre’de Muzot Şatosun’da tamamlanıyor ağıtlar.

Rilke Duino ağıtlarında “Görünenler” karşısında derinleştirdiği iç sesini birilerinin duymasını istiyor. Bu iç sesin Rilke’nin hayatıyla yakından ilgi olduğuna şüphe yok. Haykırmalar yıllardır biriktirilen bir varoluşu da temsil ediyor. Dış dünyayı dönüştürmeye çalışan bakışlar artık şairin kendisine de dönmüştür. Rilke’nin hitabı ise artık bambaşka bir kata ulaşma çabasındadır: “Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?”

Çeviride sadece “Dördüncü Ağıt” ve “Altıncı Ağıt”ın kapısı aralanıyor. “Dördüncü Ağıt”ta parçalanmış bir “Ben” duygusu var. Bu varoluşsal bölünmede içe dönen bakışlara şairin tedirginlikleri ve korkuları da eşlik eder. “Kim korkmamıştır otururken kendi kalbinin / perdeleri önünde?”  “Bilinç” bir acı kaynağıdır. Bu acı bir tek çocuklara ve ölmekte olanlara dokunmadan geçer. Altıncı ağıtta ise şair “kahraman” insan kavramını irdeler. Kahraman sıradanlığın, yetersizliğin karşısında güçlü bir nehirdir. Kahramanı kahraman kılansa varoluşunu gitmelerle dolu olması. “ Şaşılası bir yakınlık vardır kahramanla genç / ölüler arasında. Süreklilik / değildir kahramanın çabaladığı. Gidişi varoluştur; / hep alıp götürür kendini ve hep bir başka tehlikenin / burcudur girdiği”

Kitapta 1663 yılında Montecucoli’nin Osmanlılara karşı düzenlediği sefer sırasında ölen ve kendi atalarından olan bir soylunun yazgısından esinlenerek yazılan Sancaktar Cristoph Rilke’nin Aşkı ve Ölümü Üzerine Bir Ezgi, Resimler Kitabı ve Saatler Kitabı’ndan şiirler de var. Rilke’nin Duino Ağıtları’ndan önce yazdığı bu şiirler bir geçiş dönemi olarak değerlendirilebilir. Son bölümde ise şairin yaşamının sonunda dile gelen Orpheus’a Sone’den bir şeçki yer alıyor. Duino Ağıtları’nın tamamlandığı Muzot Şatosu’nda yazılıyor Orpheus’a Sone.

Rilke’nin şiirini önemli kılan yaşama şeklinin de en az şiiri kadar önemli olmasıdır. Hep şiiri için yaşamış ve gördüğü her şeyi şiirin altın kovanına toplamıştır o.

Rilke Muzot şatosunda kalırken bir gün şiirlerine tutkun bir kadın Rilke’yi görmeye gelir. Rilke teşekkür için şatonun bahçesinden gül toplar. Eline bir gül dikeni batmıştır ve ağrısı arttığı için hekime görünür. Hekim o kara haberi söyler. Rilke kan kanseridir ve hastalık ilerlemiştir.  İki ay sonra 29 Aralık 1926 Rilke’nin ölüm tarihi olarak geçer kayıtlara

Ve bu yazının son cümlesine de bir mezar taşı konulmalıdır. Rilke’nin kendi yazdırdığı mezar taşı:

Rose, oh reiner Widerspruch, lust, / niemandes Schlaf zu sein unter soveil / lidern.

"Gül, ey saf çelişki, / hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci / onca gözkapağı altında."





[i] Rainer Maria Rilke, Bütün Şiirlerinden Seçmeler, ( Çev. Ahmet Cemal ), İstanbul, 2014, S. xi
[ii] Rainer Maria Rilke, Malte Luorids Brigge’nin Notları, Çev: Behçet Necatigil, 4. Basım, İstanbul, 2012, S. 21
[iii]Rainer Maria Rilke, a.g.e. S. 11
[iv] Rainer Maria Rilke, Seçilmiş Şiirler - Duino Ağıtları, ( Çev. Turan Oflazoğlu ), İstanbul, 1997, s.7.
[v] Funda Kızıler, “Rilke’nin Duino Ağıtları Üzerine Bir Yakın Okuma”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1: 2005


(Hece Dergisi, Sayı 216)

SALLANAN AT





















Sallanan tahta atın. dıgıdık
yelesini üflüyor perde
bir düştür bu
küçük bir çocuğa üşüşmüştür
Rosinante değirmenlere yürümüştür
sınırlar birer engel cennete

düşündeki dünyada
bütün bayrakları indir
vatansız dolaşalım seninle
coğrafyada çizgisiz çizilsin haritalar
hayâl hakikatten daha kolay değil mi?

Sallanan tahta atın. dıgıdık
bir masala üç elma
sağaltıp dipsiz  pencere
içi gök dolu su kova
yıldız suyu emdirip
atlara, çocuklara, madencilere

işte atın burada sen buradasın
ben tuttuğun yelesinde düşün
iki binici çok bu şiirde
o zaman atını düşün sürsün
düşün erek yok o lâlım

Sallanan tahta atın. dıgıdık
güneye inerken yumruklayalım
gizlenen kapıları şiirde
şiir mabedi duyguların
yalnızlık dua ediyor
Şam'da terkedilmiş bir evde

Sallanan tahta atın. dıgıdık
atını bağlasın görkemli büyücü
kuşkuyla bakıyoruz ölümlüye

(Hece Dergisi, Sayı 216)



16 Şubat 2015 Pazartesi

"Nereye Gitti Bu Entelektüeller"


Başlık Frank Furedi’ye ait. Kitap Atıf yayınlarından üçüncü baskısını yaptı. Gazetelerde, bazı satır aralarında kitaba dair bir şeyler okudum. Yazanlar, çizenler oldu. Esaslı bir değer gördü mü kitap? Bunu söylemek güç. Kitap üzerine bir değerlendirme yapmak niyetinde değilim; fakat entelektüellerin nereye gittiği sorunsalı aydınların, edebiyatçıların, gazetecilerin uğraşlarını bırakıp gittiği bir ortamda üzerine kafa yorulması gereken hayati bir konu.

Yazmak bir ifade biçiminin de ötesinde yaşamsal bir eylem. Gitmek bu anlamda yavaş yavaş büyüyen bir intihara dönüşüyor. Düşünen aydının gitmesi sadece kendisinin değil mensubu bulunduğu toplumun da intiharı demek. Düşünemeyen birey, üretemeyen genç, okumayan toplum aydınını da yitirmeye devam ederse sonuç hazin olur.

Furedi kitabın amacını “Çağdaş eğitim ve kültür siyasetinin hem antidemokratik hem de baskı altında tutucu ayaklarını sorgulamak!” olarak ifade ediyor. Bu tür bir kültür siyaseti, sadece entelektüel ve kültürel yaratıcılığı kısıtlamakla kalmayıp toplumun beklenti düzeyini de düşürmekte…

Yaşadığımız çağda her şey dizginlenmesi zor bir hızla ilerliyor. Edebiyata, kitaba, düşünceye ve kültüre yüklenen anlam olabildiğince sıradanlaştı. Hatta sıradanlaşmanın da ötesinde bir anlam yitimi söz konusu... Değerler birer birer ekonomik araçlara dönüşüyor.Gerçeği aramanın verdiği ruhsal tatmin, edebi haz, güzele ulaşmak için geçilen büyülü dünya başka amaçlara hizmet ettiği için seviliyor.

Düşünceyi sığ amaçlara kurban etmeden durmadan arayanlar da yok değil. Aristo, “Felsefe, gerçekle meşgul olan bir bilimdir.” dese de bir şekilde durmadan arıyoruz. Albert Einstein haklı beyler bayanlar, “gerçeğin peşinde olma ona sahip olmadan daha değerli”. Arayışı farklı ve cazip kılansa sayısız bulmalarla dolu olması… Arananın etrafında çoğu zaman aranandan bağımsız ilerleyen gizemli bir serüvendir bu. Aramanın doğal sonucu olarak da bilim, sanat ve edebiyat alanında şimdiye kadar sayısız etkileyici eser ortaya konuldu.  Gerçeği arama çabası her seferinde yeni eserler ortaya koyuyor. Buna insanlık tarihinin aktığınehrin yönünü değiştiren keşifleri de eklemek mümkün. Einstein’in haklılığı, ortaya konan eserler, gösterilen çaba bugün karşı karşıya kaldığımız sorunu çözmek için yeterli değil. Furedi bu yüzden karamsar. Ona göre düşünmeye, sanata, kültüre, eğitime sahip olmak isteyen, arayışından bitkin düşmüş, düşünmeye mecali kalmamış bir insan portresi entelektüel hayatın asıl hâkimi. Arayışta hayal gücüne dokunulmuyorsa ve bu güç özgürce büyümüyorsa entelektüel statü de hak ettiği yerden aşağı doğru sürüklenmeye mahkûm… Çünkü bu özel ve özgün niteliklerin artık korunamadığı anlamını da taşır. Elbette ortaya çıkan bu tabloda aydının da payı var. Bugün aydın, entelektüel; kültür, sanat, edebiyat adına talep edilen değilse müsebbip de çoğu zaman kendisi. Her türlü eylemi maddi bir metaa dönüştürme çabası, mutlak hedef ve faydacılık üzerine kurulu kazanç kaygısı aydını toplumdan uzaklaşması için itici bir güce dönüşüyor. Galiba bunun için en kullanılabilir, en kapsayıcı ifade maddileşme. Evet, hızla maddileşiyor ve ruhumuz yavaş yavaş bizden uzaklaşıyor.

Maddileşiyoruz! Binalarımız hızla artıyor.TOKİ durmadan yeni binalar inşa ediyor. Evlerimizin duvarları ve içi artık daha konforlupeki ya düşünce dünyamız? Yeni beton yapılar inşa etmek yeterli mi daha yaşanılır bir dünya için? En etkili imar düşünce gücüyle başlayacaktır.

Sözü fazla dolandırmaya ve uzatmaya gerek yok. Bugün dergiler, popüler kültürün bombardımanlarından ve betonlaşan dünyamızdan sıyrılmak için sığındığımız küçük yaşam adaları. Cemil Meriç dergi için “hür tefekkürün kalesi” diyor. Kuşkusuz bu sağlam kalenin duvarları maddi bir çıkar gözetmeden bir dava bilinciyle üst üste konulan düşünce dünyalarından müteşekkil.

Düşünsel ve yazınsal faaliyetlerini yıllardır büyük bir özveriyle ve dava şuuruyla sürdüren hiçbir aydını kaybetmeye tahammülümüz yok. Okuma kültüründen ve kitaptan gün geçtikçe uzaklaşan yeni nesil için karamsar tablolar çizilebilir; ama yeni bir çıkış kapısı arayan sesini soluğunu duyurmaya çalışan gençlerin edebiyata, sanata tutunma çabası da göz ardı edilemez. Dergilerde görünmeye, tutunmaya, bir şeyler ortaya koymaya çalışan yeni isimler kuşkusuz bunun en açık örneği. Aydının gençlere doğru yolu gösterme sorumluluğu var. Ayrılıkların değil birlikte düşünmenin yeni yapılar inşa ettiği bir ortamda vakit gitme vakti değil. Hâsılı, neler yaşanılırsa yaşansın onamak ve iyileşmek için hiçbir entelektüel gitmesin ve son sözü Neitzsche söylesin:
“Unutanlar iyileşir.”

Hamza Günerigök

(Hece Dergisi, Sayı 214, s. 11)

Mağara Tarihi

Üst üste k/oyuluyor artık mağaralar
Mağaralarımız
Mağaralarınız
Mağaralar

Tarih yazıcıları duvarlardan başladı okumaya
Mağara tarihini
avlayan insan
bufalo, öküz, ceylan, dağ keçisi
kömür çizimleri
kökboyalar
yağlı boyalar
dijital baskılar
kan izleri
avlanan insan
     -Şu yağlı boya dedeniz olmalı!
     -Peki şu ölen çocuk duvardaki televizyonunuzda?


Duvarlarda asılı kalıyor
Tarih, fotoğraflar, kutsal kitaplar
Bir tek ruhumuz sırtımızda
Yaşamak
Bir yükün altında
Kabuğunu taşıyan salyangoz

Bütün duvarlar
Mezarlara çağrı

Kargalar eşeleyerek gösteriyor
toprağı. Bu cesetler gömülmeli
Yoksa ahali kokacak
Cesetler gömülmek içindir

Altın tepsisinde Salome'nin kan
Beytülmakdis'in ezanları dönüyor duvarlardan
Minareler kupkuru
Kabuk bağlıyor mağaralarda yaz
Sanki her şey bir kabuktan ibaret
Kabuklar kemirerek tüketiyor özü
Şu duvarlara karşı yaşamaya değen nedir?

Çölünün kıyısında anne bir ceylan
Göle indiriyor kirpiklerini
Çöle indiriyor bebeklerini

Bütün Anneler
Çöl kazıcıları
Çölümüz kabuk bağlamış taşlar

Gazze'ye bir bomba daha düşer
Sahilde çocuklar kelebek olur
Utanç duvarları yükselir
Televizyonlarda yüksek düzeyli kravatlılar
Lânetlemeler, kınamalar
Yüksek puntolarla son dakikalar

Duvarlar Liquid CriystalDisplay.
Ekranlar
Mezar taşı yazıcıları

Aman yarabbi nasıl da ferahladı halk
Şimdi gidip uyuyalım
Yarın devamını okuruz

Hamza Günerigök

(Hece Dergisi, Sayı 213, s. 74)