“Romanlar ikinci hayatlardır” diyerek başlıyor Orhan Pamuk,Saf ve Düşünceli Romancı'da. Okuduğumuz
her romanda bize ait bir iz bulduğumuz ölçüde mutlu oluyoruz. Hayatımızın
renkleri, hayal dünyamız, yönelimlerimiz bizi bir romana yaklaştırır yahut
ondan uzaklaştırır. Bu en azından biz okurlar için böyledir. Romancıysa
romanıyla bir manzara resmeder gibi kendi iç dünyasını, nesneler karşısındaki
duruşunu, eşyayı ve durumu algılayışını ortaya koyar. Bu yüzdendir ki Stendhal“yolda
gezdirilen bir ayna” olarak niteliyor romanı.
Romancı, yanında taşıdığı aynayla yaşadığı reel dünyanın
dışında -içinde demek belki de daha doğru olacak- yeni bir dünya inşa ediyor.
Bu dünya, yeni bir biçime kavuşabildiği ve fantastik olabildiği ölçüde sahibini
özgür kılıyor. Rilke gibi söylersek, “görünenden” “görünmeyen” damıtılıyor.
Romancının yaptığı tabloda yazar ya da kahramanı bir şair ise yazarın fırça
darbelerinin arasında şairin varoluşsal kaygılarını görmek pekâlâ mümkün... Wallace
Stevens’in dediği gibi “Doğa ve hayal gücü arasında hep bir analoji olmuştur ve
belki de şiir bu paralelliğin tuhaf bir boyutudur.”
Şairin
Romanı’nda şair Bendag da şiirine
damıtabileceği gözlemlerini bir resim öncesi desen çalışır gibi betimliyor.
Bendag’ın hep kulak verdiği ustasının bir sözü de zihninde ilk günkü
diriliğiyle asılı: “Sözcüklerin aynasına bakmayı bilmeyenlerin yazdığı şiirden
ne olacak?”Şairin Romanı’nı önemli
kılan nokta da burada… Sözcüklerin aynasında Murathan Mungan’ın şiirinin
izleklerini taşıyan bir şiir kılavuzu denilebilir Şairin Romanı için.
Bir şairin tasarlayacağı ütopik dünyayı hep merak
etmişimdir. Şairin yaşamak istediği gezegen neresidir? Bir şair nasıl bir
ülkeyi yurt edinmek ister? Günümüzde hak ettiği değeri göremeyen şiir, şairin
ülkesinde nasıl bir konumdadır?
Adı Yerküre olan
bir gezegende, Anakara ülkesinde yaşanılıyor her şey. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde her türlü zanaatın
yüceltildiği gibi Anakara’da da gerçek yaşamda bulamadığımız bir ilgiyle
kucaklanıyor şiir. Yazarın inşa ettiği Anakara’da
herkes şair olmak istiyor; ancak şair olamayanlar başka bir uğraşa yöneliyor. Dünyayı şiirle
gören ve hayatı şiirle kurgulayan bir bakış açısı var romanda. Şiirler de hak etikleri yerde kale burçlarında, köşe
binalarının yüksek duvarlarında herkesin görüp okuyabildiği gösterişli
bayraklarla dalgalanıyor.
Romanda şiirler dilden dile dolaşarak ölümsüzlük kazanıyor, kentler şiirle inşa
ediliyor ve ölümler de şiir uğruna…
Şair Bendag'ın
elli yıl sonra, yüz yaşında döndüğü ülkesine, Anakara'ya ayak basmasıyla
başlıyor roman. Bendag Anakara’da son yıllarını şöhretten uzak, bir gölge gibi
yaşayarak ve şiir soluyarak geçirmek istemektedir. Bendag, son kez Odragend
şehrine, Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne katılmak üzere yola koyulur. Bir
başka usta şair Moottah da yirmi yıllık inzivadan sonra yanına aldığı Zeey ve
Tagan'la şiire ve bilgeliğe dair bir yolculukla Odragend’e gitmektedir. Şiir,
bir yolculuk hali ve ruhları sağaltan bir eczaya dönüşüyor romanda süren
yolculuk boyunca.
Romanda her
karakter, şiirin etrafında dolaşan ve şiire dokunmaya çalışanlara örnek
alabileceği bir kimlik sunuyor. Şiirini ispat etmek isteyen herkes önce Şairin
Kuyusu’nda sesinin yankısını bulmalıdır. Kuyuya okunan şiirler sahibinin
sesiyle dönebiliyorsa artık şairlik kimliği kazanılmıştır. Bendag bilgeliği,
şöhretten uzak duruşu, yıllar geçse de ustasından öğrendiklerine bağlılığıyla
idealize edilen karakterlerden biridir. Onüç
Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nde yaptığı konuşmayla asker şair Agabu’nun işlediği
suçları açıklamak da ona düşer. Gerçek şairin hak ettiği değeri bulması için şiirsel
bir adaletle yapar bunu. “Hayatın adaleti var mı, emin değilim, ama şiirsel
adalete her zaman inandım” der. Agabu, şiirlerini kıskandığı için genç şair
Serhenas’ı öldürmüş, onun şiirleriyle şöhrete kavuşmuş, karısı Zeheyra’yı da bu
uğurda öldürmüş ve Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulamamıştır.
Yazarın çizdiği bu
ütopik ülkenin bir ruhundan bahsedilecekse o da mutlaka şiirdir. Roman,
Mungan’ın bir romancıdan ziyade bir şair olduğunun itirafı...
Bir roman olarak kuşkusuz anlatım
biçimine, kahramanlara, mekânlara ve olay örgüsüne dair çok şey söylenebilir Şairin Romanı için; ama romanı cazip kılan bir şiir kılavuzu
olarak okunabilmesi. Bunu şiirin incelikleriyle, isimlerle, kentlerle,
bitkilerle yeni bir dil inşa ederek başarıyor yazar. Bu yüzden neredeyse her
karakter şair olarak yer alıyor romanda. Yazara göre “şairlerin ortalığa hâkim
olacakları saatler ise herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Gece yarısından
sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır
şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar.” Ancak karanlıkla aydınlık arasında hep o
ince çizgi vardır. “Şairler karanlık vakitleri kovalasa da ışığı da hep
gözetirler. Şiir ışıktan doğar çünkü.”
Şair, sadece gören de değildir. Moottah: “iyi şairler,
körlerin kulaklarına sahiptirler. Olmalıdırlar. Toprağı olmak, şair olmaya
yetmez; kulağı da olmalıdır bir şairin”diyor romanda.
Yazarın şair kahramanı Moottah’ın ağzından oluşturduğu
“çömlek” metaforu da önemlidir. Şiir çömlek gibi anayurdun toprağından
yapıldığı halde başka topraklarda, Anakara’nın ve Yerküre’nin her yerinde
kullanılabilir olmalıdır. Yalnızca kendi toprağında okunabilir olmak, iyi şiire
yetmez.
Murathan Mungan’ın şiir, bilgelik ve incelikle inşa ettiği
dünyayı yaşadığımız dünyadan farklı ve ütopik kılan, kentlerin kale
burçlarındaki şiir flamalarıyla tanınması, herkesin şair olmayı arzulaması ve
şairlerin en üst konumda tutulması. Anakara’yı ve Şairin Dünyası’nı yaşadığımız, gerçek dünyayla aynı kılansa
şairlerin şairleri öldürmek için kelimeleri keskin bir
kılıç gibi kullanmaları. Bu cinnet hali hep devam edecek. Kim bilir? Belki de
şiiri cinnet besliyor.
(Hece Dergisi, Sayı 218)
(Hece Dergisi, Sayı 218)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder