Kategoriler

26 Ekim 2015 Pazartesi

ŞAİRİN ROMANI

“Romanlar ikinci hayatlardır” diyerek başlıyor Orhan Pamuk,Saf ve Düşünceli Romancı'da. Okuduğumuz her romanda bize ait bir iz bulduğumuz ölçüde mutlu oluyoruz. Hayatımızın renkleri, hayal dünyamız, yönelimlerimiz bizi bir romana yaklaştırır yahut ondan uzaklaştırır. Bu en azından biz okurlar için böyledir. Romancıysa romanıyla bir manzara resmeder gibi kendi iç dünyasını, nesneler karşısındaki duruşunu, eşyayı ve durumu algılayışını ortaya koyar. Bu yüzdendir ki Stendhal“yolda gezdirilen bir ayna” olarak niteliyor romanı.
Romancı, yanında taşıdığı aynayla yaşadığı reel dünyanın dışında -içinde demek belki de daha doğru olacak- yeni bir dünya inşa ediyor. Bu dünya, yeni bir biçime kavuşabildiği ve fantastik olabildiği ölçüde sahibini özgür kılıyor. Rilke gibi söylersek, “görünenden” “görünmeyen” damıtılıyor. Romancının yaptığı tabloda yazar ya da kahramanı bir şair ise yazarın fırça darbelerinin arasında şairin varoluşsal kaygılarını görmek pekâlâ mümkün... Wallace Stevens’in dediği gibi “Doğa ve hayal gücü arasında hep bir analoji olmuştur ve belki de şiir bu paralelliğin tuhaf bir boyutudur.”
Şairin Romanı’nda şair Bendag da şiirine damıtabileceği gözlemlerini bir resim öncesi desen çalışır gibi betimliyor. Bendag’ın hep kulak verdiği ustasının bir sözü de zihninde ilk günkü diriliğiyle asılı: “Sözcüklerin aynasına bakmayı bilmeyenlerin yazdığı şiirden ne olacak?”Şairin Romanı’nı önemli kılan nokta da burada… Sözcüklerin aynasında Murathan Mungan’ın şiirinin izleklerini taşıyan bir şiir kılavuzu denilebilir Şairin Romanı için.
Bir şairin tasarlayacağı ütopik dünyayı hep merak etmişimdir. Şairin yaşamak istediği gezegen neresidir? Bir şair nasıl bir ülkeyi yurt edinmek ister? Günümüzde hak ettiği değeri göremeyen şiir, şairin ülkesinde nasıl bir konumdadır?
Adı Yerküre olan bir gezegende, Anakara ülkesinde yaşanılıyor her şey. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde her türlü zanaatın yüceltildiği gibi Anakara’da da gerçek yaşamda bulamadığımız bir ilgiyle kucaklanıyor şiir. Yazarın inşa ettiği Anakara’da herkes şair olmak istiyor; ancak şair olamayanlar başka bir uğraşa yöneliyor. Dünyayı şiirle gören ve hayatı şiirle kurgulayan bir bakış açısı var romanda. Şiirler de hak etikleri yerde kale burçlarında, köşe binalarının yüksek duvarlarında herkesin görüp okuyabildiği gösterişli bayraklarla dalgalanıyor. Romanda şiirler dilden dile dolaşarak ölümsüzlük kazanıyor, kentler şiirle inşa ediliyor ve ölümler de şiir uğruna…
Şair Bendag'ın elli yıl sonra, yüz yaşında döndüğü ülkesine, Anakara'ya ayak basmasıyla başlıyor roman. Bendag Anakara’da son yıllarını şöhretten uzak, bir gölge gibi yaşayarak ve şiir soluyarak geçirmek istemektedir. Bendag, son kez Odragend şehrine, Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne katılmak üzere yola koyulur. Bir başka usta şair Moottah da yirmi yıllık inzivadan sonra yanına aldığı Zeey ve Tagan'la şiire ve bilgeliğe dair bir yolculukla Odragend’e gitmektedir. Şiir, bir yolculuk hali ve ruhları sağaltan bir eczaya dönüşüyor romanda süren yolculuk boyunca.
Romanda her karakter, şiirin etrafında dolaşan ve şiire dokunmaya çalışanlara örnek alabileceği bir kimlik sunuyor. Şiirini ispat etmek isteyen herkes önce Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulmalıdır. Kuyuya okunan şiirler sahibinin sesiyle dönebiliyorsa artık şairlik kimliği kazanılmıştır. Bendag bilgeliği, şöhretten uzak duruşu, yıllar geçse de ustasından öğrendiklerine bağlılığıyla idealize edilen karakterlerden biridir.  Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nde yaptığı konuşmayla asker şair Agabu’nun işlediği suçları açıklamak da ona düşer. Gerçek şairin hak ettiği değeri bulması için şiirsel bir adaletle yapar bunu. “Hayatın adaleti var mı, emin değilim, ama şiirsel adalete her zaman inandım” der. Agabu, şiirlerini kıskandığı için genç şair Serhenas’ı öldürmüş, onun şiirleriyle şöhrete kavuşmuş, karısı Zeheyra’yı da bu uğurda öldürmüş ve Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulamamıştır.
Yazarın çizdiği bu ütopik ülkenin bir ruhundan bahsedilecekse o da mutlaka şiirdir. Roman, Mungan’ın bir romancıdan ziyade bir şair olduğunun itirafı...
Bir roman olarak kuşkusuz anlatım biçimine, kahramanlara, mekânlara ve olay örgüsüne dair çok şey söylenebilir Şairin Romanı için; ama romanı cazip kılan bir şiir kılavuzu olarak okunabilmesi. Bunu şiirin incelikleriyle, isimlerle, kentlerle, bitkilerle yeni bir dil inşa ederek başarıyor yazar. Bu yüzden neredeyse her karakter şair olarak yer alıyor romanda. Yazara göre “şairlerin ortalığa hâkim olacakları saatler ise herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Gece yarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar.” Ancak karanlıkla aydınlık arasında hep o ince çizgi vardır. “Şairler karanlık vakitleri kovalasa da ışığı da hep gözetirler. Şiir ışıktan doğar çünkü.”
Şair, sadece gören de değildir. Moottah: “iyi şairler, körlerin kulaklarına sahiptirler. Olmalıdırlar. Toprağı olmak, şair olmaya yetmez; kulağı da olmalıdır bir şairin”diyor romanda.
Yazarın şair kahramanı Moottah’ın ağzından oluşturduğu “çömlek” metaforu da önemlidir. Şiir çömlek gibi anayurdun toprağından yapıldığı halde başka topraklarda, Anakara’nın ve Yerküre’nin her yerinde kullanılabilir olmalıdır. Yalnızca kendi toprağında okunabilir olmak, iyi şiire yetmez.
Murathan Mungan’ın şiir, bilgelik ve incelikle inşa ettiği dünyayı yaşadığımız dünyadan farklı ve ütopik kılan, kentlerin kale burçlarındaki şiir flamalarıyla tanınması, herkesin şair olmayı arzulaması ve şairlerin en üst konumda tutulması. Anakara’yı ve Şairin Dünyası’nı yaşadığımız, gerçek dünyayla aynı kılansa şairlerin şairleri öldürmek için kelimeleri keskin bir kılıç gibi kullanmaları. Bu cinnet hali hep devam edecek. Kim bilir? Belki de şiiri cinnet besliyor.

(Hece Dergisi, Sayı 218)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder