Kategoriler

31 Ekim 2015 Cumartesi

ŞEHİR VE ŞİİR

Bursa

Şehirlerimiz geçmişini yitirerek büyüyor. Bir şey başka bir şeye eklenmeden diğerini yıkarak genişliyor. Londra, Roma, Madrid, Viyana, Varşova ne kadar geçmişine tutunmaya çalışıyor ise biz de aynı hızla İstanbul’u ve diğer kentleri geçmişinden koparıyoruz. Kendini yani özünü yitiren bir kent şiire nasıl kılavuzluk edebilir?

Şair özünü ve estetik mahiyetini kaybeden kentlerde bir tehlikeyle yüz yüzedir. Belki de bu yüzden Rilke “sanat yapıları tehlike içinde bulunuyor olmanın ürünleridir” diyor. Tehlike, yığınlaşma ve betonlaşmayla gelen kültür yitimi…

Sanat eserleri ve mimari yapılar, birer ifade vasıtası oldukları kadar toplumsal kimliğe de ayna tutar. Mimari, salt taşları ve betonu bir araya getirmek değil bunu aynı zamanda bilinçle yoğurabilme becerisi. Sadece kendini düşünen bireyin estetik ve ahlaki olma vasfını taşıması beklenemez. “Bencil insanın beğeni duygusu olmaz” diyor I. Kant. Estetikten yoksun ve felsefi olmayan bir şehircilikle yükseliyor binalar. Eski ve yeni mimari arasında gün geçtikçe açılan mesafe ve ortaya çıkan kimliksizlik aydının ve erdemli toplumun eşyaya ve insana olan bakış açısını yeniden sorgulamaya çağırıyor. Eski ve yeni mimari; biri sanat diğeri kitsch…

Görmek, bakmaktan farklı olarak bilişsel bir eylem. Zihnimiz çoğu zaman biz istemesek de durmadan çalışıyor. Kısacası görmek zorundayız binaları, kalabalık caddeleri ve üst üste yığılan beton yapıları… Baudelaire, penceren gördüğü çiğ renkler karşısında “bu renkler gözlerim içim dayanılmaz bir ıstırap kaynağıydı” diyordu. Oysa her gün ağardığında çiğ binalarla yeniden karşılaşıyoruz. Estetik dışı bir forma alışıyoruz sürekli, kurbağa deneyindeki gibi. Zıplamadan ölebilir insan!

Prag
Postmodernist bir şairden mimari ve bu mimarinin kaynaklık ettiği müziğin sesini açmasını beklemek okuyucunun en doğal hakkı. Schelling mimariyi, “donmuş/taşlaşmış müzik” olarak tanımlıyor. Mimari doğası itibariyle bir sukutu barındırsa da sesi ve müziği de duyurur. Yani bu sükûn kadar hareketin de inşası demek.[i] Melodinin, uyumun ve ahengin inşası… Peki ya günümüz mimarisi? Ahenk yerine uyumsuzluk, müzik yerine gürültü inşa ediyor. Bu; gürültüden, betonlaşan ve mekanikleşen modern dünyadan şiirin kanatlarında kaçmayı kaçınılmaz kılıyor. Modern dünya yok oldukça; yani görünür görünmez hale geldikçe unutulan eski dünyaya eski mimariye kapı aralanabilir.

Manchester ve New York’tan sonra yolu İstanbul’a uğrayan John Ash’e kulak verelim.

“İstanbul’da / sık sık yaşanan elektrik kesintileri / hepimizi romantikleştirdi. / Döndük yeniden kaleme ve kağıda, / basit basılı sayfalara / mum ışığında yıkanan, / sustuğu için makinalar / hepimiz başladık kendimizi / Osmanlı, hatta Bizanslı hissetmeye”[ii]

Modern insan ise durmadan doğasını tahrip ediyor. Modernleşirken uygarlık ve doğa kaçınılmaz bir çatışma içinde. Bu çatışmadan ortaya çıkan imar geçmişinden koptukça kimliksiz bir yığına dönüşüyor. Oysa “her doğal şey kesinlikle güzeldir”.[iii] Şairin görünür betonlaşma tehlikesi karşısındaki tepkisi ise kaçınılmaz olarak eskiye ve doğaya özlem:

“evler düş görürse/ bir kıra bir tepeye açılır kapı / bizi betona bağlayan yitirdiğimiz nedir? / toprak ayakları rüzgâr saçları özler”[iv]

Şiiri ve şehri ortak paydada buluşturan, bir söylem olmaları… İkisinin de öznesi insan. Şair söylemi kendi yaşadığı duygular çerçevesinde değerlendirip yorumlar. Şiirin dolaştığı mekânlarda, dokunduğu ve gördüğü mimaride yaşamsal bir iz arayan ve aynı zamanda sosyal bir duyarlılık sahibi olan özneyle karşılaşırız. Schopenhauer’a göre “nesnenin ne kadar bilincindeysek öznenin o kadar bilincinde oluruz”. Sorun ise bugün bilincinde olabildiğimiz nesnelerin estetik formdan uzaklaşarak kitschleşmesi.

Bir üslup yitimi yaşıyoruz. Beş şehirde de Tanpınar İstanbul’dan bahsederken yitirdiklerimizden yakınmaktadır: “Biz şehir fikrini kaybettik. Nerede o eski İstanbul? Haraptı, fakirdi ve biçareydi. Fakat kendine göre bir üslubu vardı.”[v]

John Ash
Batıda şehirler eski fonksiyonlarını yitirse de mimari özelliklerinde, geçmişlerinden kopmadan günümüze uzanıp şiire kaynaklık ediyor. Mimari, postmodernizmin doğuşunun ve modernizm-postmodernizm ilişkisinin izlendiği temel alanlardan biri; hareketleri, renkleri, dekoru ve sonuç olarak binalardan, şehirlerden aldığımız hazzı tekrar yaratır. Eski mimarisiyle şehrin şiire nasıl kaynaklık ettiğine yine Ash’in “Bina” şiirinde bakalım:

“Viyana, Petersburgh, ölü Milet, Anuradhapura ve gururlu Tiganocerta… / Ve bunlar artık merkezi değiller ne yönetimin ne askeri / operasyonların ya da bürokrasinin. Şu an sadece keyfini sürmek için varlar / - gül çalılarının, asmaların ve yasak eğlencelerin mekanı onlar / nazik ve barbar şehirler”[vi]

Şiir ruhsuz mimari, betonlaşma ve kimliksizlik karşısında bir direniş haline dönüşüyor. Şehirlerimizin ise artık ne olduklarına karar vermelerinin vakti geldi geçiyor. Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarına, yeni mi eski olduklarına,  hangi eskinin devamı olduklarına..
.
Artık bizim kadar İstanbullu olan Ash’in İstanbul için çizdiği tabloysa karasızlığın özeti sanki:“İstanbul mütemadiyen olmadık yönü ile yüz yüze gelmektedir. Boşluk, göç, sürekli olamayış. Buna göre ruh hali bir zamanlar imparatorluk geçmişine iyice kök salmış durumdadır ve mimari mirasının varlığını korumaktadır; ama aynı zamanda esen rüzgâr gibi kararsız ve dönektir.”




[i] Cündioğlu, Düccane. Mimarlık ve Felsefe, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014  
[ii] Ash, John.  The Anatolikon / Anatolikon, YKY, İstanbul, 1999
[iii] Schopenhauer. Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010
[iv] Günerigök, Hamza. “Z9” Şiiri
[v] Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, Dergah yayınları, 2014 
[vi] Kennedy, David. New Relations: The Refashioning of British Poetry 1980-94. Bridgend: Seren-Poetry Wales, 1996.


(Hece Dergisi, Sayı 221)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder