Yazarları ölümsüz kılan
aradan yıllar geçse de okuyucuyla aynı dili konuşmaları. Belki de bu yüzden 19.
Yüzyılda Prag’da doğan bir şairde kendi yaşımızı, nesneler karşısındaki bakış
açımızı, kendi sesimizi arıyoruz. Pekâlâ, ölmüş bir şair kitaplarımızın
sayfalarına dokunarak dolaşabiliyor odamızda. Bu bir dostluktur ve kimi zaman
çevirmenlere borçlu olduğumuz bir dostluk. Bir kitap ne kadar yazarının sesini
taşıyorsa o kadar da çevirmeninin soluğudur. Ahmet Cemal, Türkiye’de çeviri
denilince akla ilk gelen isimlerden biri.
Stefan Zweig’den İngeborg Bachman’a, Franz Kafka’dan Nietzsche’ye, Geothe’den Rilke’ye birçok isim onun zengin
çevirileriyle kültür dünyamıza girip bizden biri oldu. İş Bankası Kültür
Yayınları, Ahmet Cemal’in daha önce 1994 yılında çevirisini yaptığı Rainer Maria
Rilke’nin Bütün Şiirlerinden Seçmeler’i
bu yıl yeniden okuyucuyla buluşturdu.
Rilke’yi bilenler şunu
da bilirler ki Rilke, her okunuşta yeni bir anlam ve yeni bir tat vadeder. O
halde Rilke’ye yeniden bakmalı, Rilke ile yeniden görmeli...
1875’te Prag’da
başlayan, 1926’da sahibinin cismini ötelere gönderip günümüze kadar güncelliğini
koruyan bir görme biçimi denilebilir Rilke için. 4 Aralık günü Prag’da dünyayı
görmeye başlıyor Rilke. Yaşadığı 51 yıllık hayat Avrupa’nın durmadan
şekillendiği imparatorlukların yıkıldığı, kozmopolit ve geçişken bir kültürün
derinden hissedildiği, "düş ve gerçeklik”[i]
arasında gidip gelinen bir dönem. Rilke’yi yaşadığı dönemin değişimlerine
indirgemek şairin söz ustalığına bir gölge gibi inebilir.
İlk şiir henüz 16
yaşındayken bir Viyana gazetesinde vücut buluyor. Ardından birbirini takip eden
ve Duino Şatosu’nda, ağıtlarla taç giyen diğer şiirler. Rilke, ilk şiirinin
yayınlanmasından 13 yıl sonra Malte
Laurids Brigge'nin Notları'nda genç Malte’nin ağzından neyin şiir olduğunu,
şiirin gençliğin tutkularından daha yüksek bir yerde durduğunu
anlatıyordu. Henüz yolun başında şiirin
ardından koşan gençlere bir kılavuz oluyor Rilke : “Ah gençken yazılan
mısraların değeri nedir ki! Beklemeli bütün bir ömür boyunca anlam ve lezzet
toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü
mısralar, insanların sandıkları gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır
birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan,
birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı,
kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl
titreştiğini bilmeli.”[ii]
Yaşamış olmanın verimi için Prag’dan sonra farklı şehirlere uğruyor Rilke’nin
yolu. Viyana, Münih, Floransa, Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba, Kahire
bu molasız duraklardan bazıları. Bu duraklarda birçok mekân, birçok insan,
birçok nesne, birçok görünen biriktiriyordu şair. Durgun göllere varmak ise
sonsuzluğa bırakılıyor. Bu yolculukta adres sorulan isimlerden biri de
Hödler’dir. “Hödler İçin” şiirinde: “Yazılmamıştır mola vermemiz, en yakın
duraklarda, / gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine, / sonsuzluktadır
ancak durgun göllere varmak.” diyen şair bu dünyada en büyük beceriyi düşleri
sürdürmekte arıyor.
Rilke’nin yolculukları
şiirsel bir varoluşa dönüşüyor. Şiiri ne kadar ödünsüz ise kişiliği de o ölçüde
özgür ve hudutsuz. Önemli çağdaşları var
Rilke’nin. Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Krous, Hermann Broch, Franz
Kafka... Çağdaşı Stefan Zweig anlatıyor: “Zamanımızın zengin ve başarılı
şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan Rilke kadar özgür
değillerdir. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne bir vatanı vardı;
İtalya’da, Fransa’da ya da Avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede
olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. Onunla karşılaşmak hemen her zaman bir
rastlantıya bağlıydı.” Bu bir kaçış, aynı zamanda bir arayış.
Rilke, mekanikleşen bir
dünyada insanın çevresinin, sokakların, kırların, nesnelerin kısacası tüm görünenlerin
farkına varmaya kapı aralıyor. Yazdığı şiirlerle sadece Avrupa edebiyatına değil,
bütün dünya edebiyatına mal oldu ve edebiyatta belirgin ayak izleri bıraktı. Bu
etkinin en büyük nedenlerinden biri de Rilke'nin şiirlerinin şifrelerini
düzyazılarında okuyucuya fısıldaması ve şiirsel üslubunu yazılarında da egemen
kılması. Yeniden Malte Laurids Brigge’ye kulak verelim: “Görmeyi öğreniyorum.
Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha
derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor.”[iii]
Görebilmek, görünen ve sıradan olanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Ve
ondandır ki “Biz Görünmeyen’in arılarıyız; Görünen’in balını çılgınca
devşiririz; onu Görünmeyen’in altın kovanına toplamak için!” diyor. Şiir onun
için bir altın kovandır. Şair ise altın kovanın bal arısı… Şairin en büyük
özelliği ise istediği çiçeğin özüne ulaşabilecek kadar özgür olmasıdır. Bu bal
devşirme yolculuğunda Rilke’nin yanına aldığı “militan yalnızlığım”[iv]
dediği azığıdır.
Rilke’nin sahip olduğu
görme biçiminde sanatının ölçütünü nesnel dünya oluşturuyor. Çağdaşlarıyla
sürekli bir etkileşim içinde olan Rilke’nin ünlü Fransız heykeltıraş Auguste
Rodin’in plastik sanatından etkilenerek, nesneye farklı bir bakış açısı
kazanması bu nesnel ölçütte belirleyici olmuştur.[v] Rilke simgesel içeriğinden dolayı şiirlerin
dilsel bütünlüğü içinde kavranabilen nesneleri içsel deneyimler şeklinde
biçimlendiriyor. Dışsal olgusallığın içsel bir deneyimle sanata, şiire
dönüşmesine Duino Ağıtları, Orpheus Soneleri, başka şiir ve yazıları
da tanıklık eder.
Ahmet Cemal’in
çevirisi, Rilke’nin tüm şiirleri arasından şiirlerin çıkış tarihleri
gözetilmeksizin yaptığı bir seçki. Çevirmen Hercai
Şiirler adını verdiği ilk bölümde bu şiirleri, “gönlünün çektiğince” bir
araya getirdiği notunu düşüyor. Bu bölümde şairin yakınmaları, kaderle,
zamanla, yalnızlıkla hesaplaşması vardır. Ölüm ve ölümsüzlük de yine aynı
potada eritiliyor. “Kaderdir bu rüzgârın estirdiği; bırakın, gelsin, / gelsin
ne varsa tutkulardan ve körü körüne, / ne varsa uğruna yanıp tutuştuğumuz: -gelsin.”
“Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi. /
Yaralanıyorum her kanat çırpışınla. / Ama kalınca yalnız, söyle, neye
yarar ki, / dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?”
Hercai
Şiirler bölümünden sonra Duino Ağıtları yer alıyor çeviride. Duino Ağıtları yirminci yüzyılın en büyük edebi eserlerinden biri
kabul edilir. Modern dünyanın insanı
olmak sorgulanıyor ağıtlarda. Temeli Adriyatik Kıyısındaki Duino Şatosu’nda
denizin uğultusuyla atılıyor; ama bitirmek öyle kolay değil. On yıl sonra
İsviçre’de Muzot Şatosun’da tamamlanıyor ağıtlar.
Rilke Duino ağıtlarında
“Görünenler” karşısında derinleştirdiği iç sesini birilerinin duymasını
istiyor. Bu iç sesin Rilke’nin hayatıyla yakından ilgi olduğuna şüphe yok.
Haykırmalar yıllardır biriktirilen bir varoluşu da temsil ediyor. Dış dünyayı
dönüştürmeye çalışan bakışlar artık şairin kendisine de dönmüştür. Rilke’nin
hitabı ise artık bambaşka bir kata ulaşma çabasındadır: “Kim duyar, ses etsem,
beni melekler katından?”
Çeviride sadece “Dördüncü
Ağıt” ve “Altıncı Ağıt”ın kapısı aralanıyor. “Dördüncü Ağıt”ta parçalanmış bir
“Ben” duygusu var. Bu varoluşsal bölünmede içe dönen bakışlara şairin
tedirginlikleri ve korkuları da eşlik eder. “Kim korkmamıştır otururken kendi
kalbinin / perdeleri önünde?” “Bilinç”
bir acı kaynağıdır. Bu acı bir tek çocuklara ve ölmekte olanlara dokunmadan
geçer. Altıncı ağıtta ise şair “kahraman” insan kavramını irdeler. Kahraman
sıradanlığın, yetersizliğin karşısında güçlü bir nehirdir. Kahramanı kahraman
kılansa varoluşunu gitmelerle dolu olması. “ Şaşılası bir yakınlık vardır
kahramanla genç / ölüler arasında. Süreklilik / değildir kahramanın çabaladığı.
Gidişi varoluştur; / hep alıp götürür kendini ve hep bir başka tehlikenin /
burcudur girdiği”
Kitapta 1663 yılında
Montecucoli’nin Osmanlılara karşı düzenlediği sefer sırasında ölen ve kendi
atalarından olan bir soylunun yazgısından esinlenerek yazılan Sancaktar Cristoph Rilke’nin Aşkı ve Ölümü
Üzerine Bir Ezgi, Resimler Kitabı
ve Saatler Kitabı’ndan şiirler de
var. Rilke’nin Duino Ağıtları’ndan
önce yazdığı bu şiirler bir geçiş dönemi olarak değerlendirilebilir. Son
bölümde ise şairin yaşamının sonunda dile gelen Orpheus’a Sone’den bir şeçki yer alıyor. Duino Ağıtları’nın tamamlandığı Muzot Şatosu’nda yazılıyor Orpheus’a Sone.
Rilke’nin şiirini
önemli kılan yaşama şeklinin de en az şiiri kadar önemli olmasıdır. Hep şiiri
için yaşamış ve gördüğü her şeyi şiirin altın kovanına toplamıştır o.
Rilke Muzot şatosunda kalırken
bir gün şiirlerine tutkun bir kadın Rilke’yi görmeye gelir. Rilke teşekkür için
şatonun bahçesinden gül toplar. Eline bir gül dikeni batmıştır ve ağrısı
arttığı için hekime görünür. Hekim o kara haberi söyler. Rilke kan kanseridir
ve hastalık ilerlemiştir. İki ay sonra
29 Aralık 1926 Rilke’nin ölüm tarihi olarak geçer kayıtlara
Ve bu yazının son
cümlesine de bir mezar taşı konulmalıdır. Rilke’nin kendi yazdırdığı mezar
taşı:
Rose, oh reiner
Widerspruch, lust, / niemandes Schlaf zu sein unter soveil / lidern.
"Gül, ey saf
çelişki, / hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci / onca gözkapağı
altında."
[i] Rainer
Maria Rilke, Bütün Şiirlerinden Seçmeler, ( Çev. Ahmet Cemal ), İstanbul, 2014,
S. xi
[ii] Rainer
Maria Rilke, Malte Luorids Brigge’nin Notları, Çev: Behçet Necatigil, 4. Basım,
İstanbul, 2012, S. 21
[iii]Rainer
Maria Rilke, a.g.e. S. 11
[iv] Rainer
Maria Rilke, Seçilmiş Şiirler - Duino Ağıtları, ( Çev. Turan Oflazoğlu ), İstanbul,
1997, s.7.
[v] Funda
Kızıler, “Rilke’nin Duino Ağıtları Üzerine Bir Yakın Okuma”, Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1: 2005
(Hece Dergisi, Sayı 216)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder