Kategoriler

25 Ekim 2015 Pazar

RİLKE İLE GÖRMEK

Rilke
Yazarları ölümsüz kılan aradan yıllar geçse de okuyucuyla aynı dili konuşmaları. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda Prag’da doğan bir şairde kendi yaşımızı, nesneler karşısındaki bakış açımızı, kendi sesimizi arıyoruz. Pekâlâ, ölmüş bir şair kitaplarımızın sayfalarına dokunarak dolaşabiliyor odamızda. Bu bir dostluktur ve kimi zaman çevirmenlere borçlu olduğumuz bir dostluk. Bir kitap ne kadar yazarının sesini taşıyorsa o kadar da çevirmeninin soluğudur. Ahmet Cemal, Türkiye’de çeviri denilince akla ilk gelen isimlerden biri.  Stefan Zweig’den İngeborg Bachman’a, Franz Kafka’dan Nietzsche’ye,  Geothe’den Rilke’ye birçok isim onun zengin çevirileriyle kültür dünyamıza girip bizden biri oldu. İş Bankası Kültür Yayınları, Ahmet Cemal’in daha önce 1994 yılında çevirisini yaptığı Rainer Maria Rilke’nin Bütün Şiirlerinden Seçmeler’i bu yıl yeniden okuyucuyla buluşturdu. 

Rilke’yi bilenler şunu da bilirler ki Rilke, her okunuşta yeni bir anlam ve yeni bir tat vadeder. O halde Rilke’ye yeniden bakmalı, Rilke ile yeniden görmeli...



1875’te Prag’da başlayan, 1926’da sahibinin cismini ötelere gönderip günümüze kadar güncelliğini koruyan bir görme biçimi denilebilir Rilke için. 4 Aralık günü Prag’da dünyayı görmeye başlıyor Rilke. Yaşadığı 51 yıllık hayat Avrupa’nın durmadan şekillendiği imparatorlukların yıkıldığı, kozmopolit ve geçişken bir kültürün derinden hissedildiği, "düş ve gerçeklik”[i] arasında gidip gelinen bir dönem. Rilke’yi yaşadığı dönemin değişimlerine indirgemek şairin söz ustalığına bir gölge gibi inebilir.

İlk şiir henüz 16 yaşındayken bir Viyana gazetesinde vücut buluyor. Ardından birbirini takip eden ve Duino Şatosu’nda, ağıtlarla taç giyen diğer şiirler. Rilke, ilk şiirinin yayınlanmasından 13 yıl sonra Malte Laurids Brigge'nin Notları'nda genç Malte’nin ağzından neyin şiir olduğunu, şiirin gençliğin tutkularından daha yüksek bir yerde durduğunu anlatıyordu.  Henüz yolun başında şiirin ardından koşan gençlere bir kılavuz oluyor Rilke : “Ah gençken yazılan mısraların değeri nedir ki! Beklemeli bütün bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların sandıkları gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli.”[ii] Yaşamış olmanın verimi için Prag’dan sonra farklı şehirlere uğruyor Rilke’nin yolu. Viyana, Münih, Floransa, Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba, Kahire bu molasız duraklardan bazıları. Bu duraklarda birçok mekân, birçok insan, birçok nesne, birçok görünen biriktiriyordu şair. Durgun göllere varmak ise sonsuzluğa bırakılıyor. Bu yolculukta adres sorulan isimlerden biri de Hödler’dir. “Hödler İçin” şiirinde: “Yazılmamıştır mola vermemiz, en yakın duraklarda, / gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine, / sonsuzluktadır ancak durgun göllere varmak.” diyen şair bu dünyada en büyük beceriyi düşleri sürdürmekte arıyor.

Rilke’nin yolculukları şiirsel bir varoluşa dönüşüyor. Şiiri ne kadar ödünsüz ise kişiliği de o ölçüde özgür ve hudutsuz.  Önemli çağdaşları var Rilke’nin. Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Krous, Hermann Broch, Franz Kafka... Çağdaşı Stefan Zweig anlatıyor: “Zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan Rilke kadar özgür değillerdir. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne bir vatanı vardı; İtalya’da, Fransa’da ya da Avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. Onunla karşılaşmak hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı.” Bu bir kaçış, aynı zamanda bir arayış.
Malte Laurids Brigge'nin Notları

Rilke, mekanikleşen bir dünyada insanın çevresinin, sokakların, kırların, nesnelerin kısacası tüm görünenlerin farkına varmaya kapı aralıyor. Yazdığı şiirlerle sadece Avrupa edebiyatına değil, bütün dünya edebiyatına mal oldu ve edebiyatta belirgin ayak izleri bıraktı. Bu etkinin en büyük nedenlerinden biri de Rilke'nin şiirlerinin şifrelerini düzyazılarında okuyucuya fısıldaması ve şiirsel üslubunu yazılarında da egemen kılması. Yeniden Malte Laurids Brigge’ye kulak verelim: “Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor.”[iii] Görebilmek, görünen ve sıradan olanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Ve ondandır ki “Biz Görünmeyen’in arılarıyız; Görünen’in balını çılgınca devşiririz; onu Görünmeyen’in altın kovanına toplamak için!” diyor. Şiir onun için bir altın kovandır. Şair ise altın kovanın bal arısı… Şairin en büyük özelliği ise istediği çiçeğin özüne ulaşabilecek kadar özgür olmasıdır. Bu bal devşirme yolculuğunda Rilke’nin yanına aldığı “militan yalnızlığım”[iv] dediği azığıdır.

Rilke’nin sahip olduğu görme biçiminde sanatının ölçütünü nesnel dünya oluşturuyor. Çağdaşlarıyla sürekli bir etkileşim içinde olan Rilke’nin ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in plastik sanatından etkilenerek, nesneye farklı bir bakış açısı kazanması bu nesnel ölçütte belirleyici olmuştur.[v]  Rilke simgesel içeriğinden dolayı şiirlerin dilsel bütünlüğü içinde kavranabilen nesneleri içsel deneyimler şeklinde biçimlendiriyor. Dışsal olgusallığın içsel bir deneyimle sanata, şiire dönüşmesine Duino Ağıtları, Orpheus Soneleri, başka şiir ve yazıları da tanıklık eder.

Ahmet Cemal’in çevirisi, Rilke’nin tüm şiirleri arasından şiirlerin çıkış tarihleri gözetilmeksizin yaptığı bir seçki. Çevirmen Hercai Şiirler adını verdiği ilk bölümde bu şiirleri, “gönlünün çektiğince” bir araya getirdiği notunu düşüyor. Bu bölümde şairin yakınmaları, kaderle, zamanla, yalnızlıkla hesaplaşması vardır. Ölüm ve ölümsüzlük de yine aynı potada eritiliyor. “Kaderdir bu rüzgârın estirdiği; bırakın, gelsin, / gelsin ne varsa tutkulardan ve körü körüne, / ne varsa uğruna yanıp tutuştuğumuz: -gelsin.” “Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi. /  Yaralanıyorum her kanat çırpışınla. / Ama kalınca yalnız, söyle, neye yarar ki, / dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?”

Hercai Şiirler bölümünden sonra Duino Ağıtları yer alıyor çeviride. Duino Ağıtları yirminci yüzyılın en büyük edebi eserlerinden biri kabul edilir.  Modern dünyanın insanı olmak sorgulanıyor ağıtlarda. Temeli Adriyatik Kıyısındaki Duino Şatosu’nda denizin uğultusuyla atılıyor; ama bitirmek öyle kolay değil. On yıl sonra İsviçre’de Muzot Şatosun’da tamamlanıyor ağıtlar.

Rilke Duino ağıtlarında “Görünenler” karşısında derinleştirdiği iç sesini birilerinin duymasını istiyor. Bu iç sesin Rilke’nin hayatıyla yakından ilgi olduğuna şüphe yok. Haykırmalar yıllardır biriktirilen bir varoluşu da temsil ediyor. Dış dünyayı dönüştürmeye çalışan bakışlar artık şairin kendisine de dönmüştür. Rilke’nin hitabı ise artık bambaşka bir kata ulaşma çabasındadır: “Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?”

Çeviride sadece “Dördüncü Ağıt” ve “Altıncı Ağıt”ın kapısı aralanıyor. “Dördüncü Ağıt”ta parçalanmış bir “Ben” duygusu var. Bu varoluşsal bölünmede içe dönen bakışlara şairin tedirginlikleri ve korkuları da eşlik eder. “Kim korkmamıştır otururken kendi kalbinin / perdeleri önünde?”  “Bilinç” bir acı kaynağıdır. Bu acı bir tek çocuklara ve ölmekte olanlara dokunmadan geçer. Altıncı ağıtta ise şair “kahraman” insan kavramını irdeler. Kahraman sıradanlığın, yetersizliğin karşısında güçlü bir nehirdir. Kahramanı kahraman kılansa varoluşunu gitmelerle dolu olması. “ Şaşılası bir yakınlık vardır kahramanla genç / ölüler arasında. Süreklilik / değildir kahramanın çabaladığı. Gidişi varoluştur; / hep alıp götürür kendini ve hep bir başka tehlikenin / burcudur girdiği”

Kitapta 1663 yılında Montecucoli’nin Osmanlılara karşı düzenlediği sefer sırasında ölen ve kendi atalarından olan bir soylunun yazgısından esinlenerek yazılan Sancaktar Cristoph Rilke’nin Aşkı ve Ölümü Üzerine Bir Ezgi, Resimler Kitabı ve Saatler Kitabı’ndan şiirler de var. Rilke’nin Duino Ağıtları’ndan önce yazdığı bu şiirler bir geçiş dönemi olarak değerlendirilebilir. Son bölümde ise şairin yaşamının sonunda dile gelen Orpheus’a Sone’den bir şeçki yer alıyor. Duino Ağıtları’nın tamamlandığı Muzot Şatosu’nda yazılıyor Orpheus’a Sone.

Rilke’nin şiirini önemli kılan yaşama şeklinin de en az şiiri kadar önemli olmasıdır. Hep şiiri için yaşamış ve gördüğü her şeyi şiirin altın kovanına toplamıştır o.

Rilke Muzot şatosunda kalırken bir gün şiirlerine tutkun bir kadın Rilke’yi görmeye gelir. Rilke teşekkür için şatonun bahçesinden gül toplar. Eline bir gül dikeni batmıştır ve ağrısı arttığı için hekime görünür. Hekim o kara haberi söyler. Rilke kan kanseridir ve hastalık ilerlemiştir.  İki ay sonra 29 Aralık 1926 Rilke’nin ölüm tarihi olarak geçer kayıtlara

Ve bu yazının son cümlesine de bir mezar taşı konulmalıdır. Rilke’nin kendi yazdırdığı mezar taşı:

Rose, oh reiner Widerspruch, lust, / niemandes Schlaf zu sein unter soveil / lidern.

"Gül, ey saf çelişki, / hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci / onca gözkapağı altında."





[i] Rainer Maria Rilke, Bütün Şiirlerinden Seçmeler, ( Çev. Ahmet Cemal ), İstanbul, 2014, S. xi
[ii] Rainer Maria Rilke, Malte Luorids Brigge’nin Notları, Çev: Behçet Necatigil, 4. Basım, İstanbul, 2012, S. 21
[iii]Rainer Maria Rilke, a.g.e. S. 11
[iv] Rainer Maria Rilke, Seçilmiş Şiirler - Duino Ağıtları, ( Çev. Turan Oflazoğlu ), İstanbul, 1997, s.7.
[v] Funda Kızıler, “Rilke’nin Duino Ağıtları Üzerine Bir Yakın Okuma”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1: 2005


(Hece Dergisi, Sayı 216)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder