EYLÜLÜ BEKLE
Ölümün
gölgesinde bir sonbahardı mevsim.
Son
telefon görüşmesinde ‘Eylülü bekle’’ demişti karısına Cengiz öğretmen. İşte
eylül geldi ve yapraklar yerine insanlar düştü toprağa.
Son
kapalı görüşümüzden sonra Mustafa’yla dört duvarın ortasında beton avluda
oturmuştuk. Bir camın ardından da olsa ailelerimizi görmüştük, mutlu olmamız
gerekiyordu. Mustafa’nın gözleri doluydu, ne olduğunu sorduğumda ‘abim’ demişti
konuşamamıştı. Mustafa’nın abisi de bizim gibi tutukluydu. Bir başka cezaevinde
beyin kanaması geçirip hastaneye kaldırıldığını yoğun bakımda olduğunu
öğrenmiştik.
Kapalı
görüşün üzerinden bir hafta bile geçmedi. Üzerimizde bir ölüm sessizliği
bekledik. Hapishaneye yolu düşenler şunu iyi bilir ki, hapishanede hasta olmak,
ciddi bir rahatsızlık geçirmek ölüme biraz daha yakın olmak demek. Çünkü
sonraki süreç; daha çok tecrit, açılmayan kapılar, yaklaşan ölüm..
Bu
satırları size 45 aydır tutuklu bulunan bir gazeteci olarak yazıyorum. Her şey
insanı terk edebilir, ama göz göze geldiğiniz acılar asla..
Adıyamanlı
öğretmen bir babanın çocukları olarak, Mustafa ve abisi de öğretmen olmuşlardı.
Mustafa yine kendisi gibi öğretmen olan eşiyle tutuklanmıştı. Eşi bir yıl sonra
bırakılmıştı. Fakat ailede tutuklananlar sadece Mustafa ve eşi değildi. Önce
yengesi Hatice öğretmeni tutukladılar, 16 ay sonra serbest bıraktılar. Ama çok
geçmeden abisi Cengiz öğretmeni tutukladılar.
Cengiz
Karakurt 41 yaşındaydı. Öğretmendi. 15 Temmuz'dan sonra başlayan cadı avında
yaşamı alt üst edilen kişilerden biriydi. İki çocuk babasıydı. Tutuklandığında
kızı Behice 5, oğlu Celalettin 11 yaşındaydı. Eşi Hatice öğretmen ondan önce
tutuklanmış 6 yıl 3 ay ceza verilerek tahliye edilmişti. Ortada bir yuvaları bile
kalmamıştı. ‘Eşyalarını ablamın evimin bir odasına koyup kilitlemişlerdi.’’ diyor
Mustafa. ‘’Ayrı illerde ayrı
hapishanelerde olduğumuz için yıllardır birbirimizi görmüyorduk. Telefonla
görüşürsek çocuklarımızı arayamıyorduk. Bu yüzden telefonla da görüşemedik.
Keşke son mektubunu bu kadar bekletmeseydim, hemen cevap yazsaydım.’’ diyor
ardından.
Cengiz
öğretmenin kalp rahatsızlığı vardı. Daha önce geçirdiği ameliyatlarda kalp
kapakçıkları değişmişti. Düzenli olarak doktor kontrolünden geçmesi ve ilaç
kullanması gerekiyordu. Ancak raporları olmasına rağmen, muayeneye bile gerek
duyulmadan cezaevinde yatabilir denilerek tutuklanmıştı.
Son
telefon görüşmelerinin birinde eşi Hatice öğretmen ‘artık gelmeni bekliyoruz,
geldiğinde yeniden kuracağız yuvamızı’’ demişti. Cengiz öğretmene malum mu
olmuştu olacaklar bilmiyorum ama ‘’Boşuna hayal kurma, Eylülü bekle! Eylülde
kurtulacağım.’’ demişti. Eylülde yaprakların sararmaya yüz tuttuğu, toprağa
kavuştuğu bir mevsimde kurtulmak…
Korona
salgınıyla beraber cezaevlerinde revire çıkmak bile çok zor. Acil ilaçlar
dilekçeyle doktora görünmeden talep ediliyor. Doktor muayenesine çıkmak,
hastaneye gitmek için çok acil bir durum olması gerekli. Cengiz öğretmen Siirt
E tipi cezaevinde koğuşunda kaldırıldığı için hastaneye kaldırıyorlar.
Hastanede kalp rahatsızlığına bir de zatürre ekleniyor. Cezaevi dönüşünde 14
günlük karantinaya alınıyor. Ancak bu karantina revir koşullarında bir hastaya
uygun bir ortamda değil en ağır hapishane koşullarının olduğu hücrelerde
uygulanıyor. Benim de yolum daha önce bir hücreden geçtiği için biliyorum. 2
metrekarelik bir alandan biraz daha geniş, bir mezardan hallice. Henüz yaşayan
birinin diri diri mezara gömüldüğü yer. Beton bir avluya bakan pencerelere
demir parmaklıkların yanı sıra içinden ancak bir kalemin geçebileceği
genişlikte delikleri olan tel örgüler takılmış. Cengiz öğretmen karantina
sürecinde tekrar fenalaşıp hastaneye kaldırılıyor. Dönüşte hücrede geçirdiği Allah’tan
başka kimseye sesini duyuramayacağı karantina sürecine 14 gün daha ekleniyor.
Gardiyanlar
14 Eylül günü sabah sayımında henüz hücre kapısından içeri girdiklerinde Cengiz
öğretmeni yerde baygın buluyorlar. Hastaneye kaldırılıyor. Ailesi ise bir gün
sonra, telefon görüşü gününde aramadığı için cezaevini arayarak hastaneye
kaldırıldığını öğreniyor. Haberi alır almaz Diyarbakır’da olan baldızı,
Siirt’te kaldırıldığı hastaneye gidiyor. Manzara vahim. Cengiz öğretmen hala
etrafında jandarmalar acil serviste bekletiliyor. Apar topar özel bir hastaneye
kaldırıyorlar. Teşhis, beyin kanaması!
Cengiz öğretmen henüz onaylanmış bir cezası bile olmadan, sağlık raporları olduğu halde hapishanede tutulan hasta ve bakıma ihtiyacı olan tutuklulardan biriydi. Kaldırıldığı hastanede muhtemelen yaşama döndürülemeyeceği anlaşıldıktan sonra apar topar tahliye edildi. Komada kaldığı 8 günün ardından 22 Eylül tarihinde vefat etti. Kendi ifadesiyle kurtuldu. Geriye aynı koğuşta kaldığımız Mustafa’ya yazdığı son mektubu kaldı. Mektupta bir fotoğrafta aylar önce bir hapishane açık görüşünde iki çocuğunun arasında duruyor. Behice ve Celallettin de babaları tutuklandıktan sonra 3 yaş daha büyüdüler. Bu acı ölüm haberinden sonra çok daha büyümüş olmalılar.
Son mektubunda kardeşi Mustafa’ya şöyle diyordu:
‘’….
Moralim yerinde daha önce yengen içerdeyken, çocuklar için üzülüyordum. Şimdi
çok şükür anneleri çocuklarının yanında. Bu yüzden rahatım. Bir de yengen 16 ay
yattıktan sonra ben girmeseydim içime dert olurdu. Allah’tan hayırlısını
diliyorum. Beşer zulmeder, kader adalet eder. Önemli olan bizim kendi muhasebemizi
yapmamız..’’
Cengiz
öğretmen yaklaşık 3 yıl kalabalık koğuşlarda, ıssız hücrelerde, hasta haliyle
uzun uzun yaptı. ‘’Eylülde kurtuldu.’’ Ama kalanlar için hayat kolay olmayacak.
6 yıl 3 ay ceza verilen eşinin dosyası Yargıtay’da. Dosya onanırsa yetim kalan
çocuklar yine annesiz kalacaklar.
Bir
hapishane köşesindeyiz. Mustafa abisini anlatırken gözleri doluyor. Ona belli
etmeden anlattıklarını okuduğum kitabın arasına ufak tefek notlar olarak
yazıyorum. Hitler ve Stalin totalitarizmine karşı yazılmış metinlerden oluşan
Czeslaw Milosz’un Tutsak Edilmiş Akıl’ının arasına. Bu bir tesadüf olabilir mi?
Totalitarizmin ilk örneklerinden çok mu farklı şimdi?
Dünden
bugüne ne değişti?
Tutsak
edilmiş akıl, tutsak edilmiş insan, tutsak edilmiş masumiyet.. Tutsak edilmiş
vicdan..
Tüm
bu yazılanlar ne işe yarayacak bilmiyorum. Belki, belki, belki, hala aralarda
bir yerlerde sönmemiş bir vicdan vardır. Sevdiğim bir yazarın dediği gibi, ‘’
Bu lanet olası iş bittiğinde, son ateşler söndüğünde, nefretler yorgun
düştüğünde, hatta bellek uykuya daldığında, çekilen acılar uzakmış gibi göründüğünde
… ‘Belki…
Hamza GÜNERİGÖK
Eylül/ 2020
Osmaniye 1 nolu T tipi kapalı cezaevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder