Kategoriler

31 Ekim 2015 Cumartesi

ŞEHİR VE ŞİİR

Bursa

Şehirlerimiz geçmişini yitirerek büyüyor. Bir şey başka bir şeye eklenmeden diğerini yıkarak genişliyor. Londra, Roma, Madrid, Viyana, Varşova ne kadar geçmişine tutunmaya çalışıyor ise biz de aynı hızla İstanbul’u ve diğer kentleri geçmişinden koparıyoruz. Kendini yani özünü yitiren bir kent şiire nasıl kılavuzluk edebilir?

Şair özünü ve estetik mahiyetini kaybeden kentlerde bir tehlikeyle yüz yüzedir. Belki de bu yüzden Rilke “sanat yapıları tehlike içinde bulunuyor olmanın ürünleridir” diyor. Tehlike, yığınlaşma ve betonlaşmayla gelen kültür yitimi…

Sanat eserleri ve mimari yapılar, birer ifade vasıtası oldukları kadar toplumsal kimliğe de ayna tutar. Mimari, salt taşları ve betonu bir araya getirmek değil bunu aynı zamanda bilinçle yoğurabilme becerisi. Sadece kendini düşünen bireyin estetik ve ahlaki olma vasfını taşıması beklenemez. “Bencil insanın beğeni duygusu olmaz” diyor I. Kant. Estetikten yoksun ve felsefi olmayan bir şehircilikle yükseliyor binalar. Eski ve yeni mimari arasında gün geçtikçe açılan mesafe ve ortaya çıkan kimliksizlik aydının ve erdemli toplumun eşyaya ve insana olan bakış açısını yeniden sorgulamaya çağırıyor. Eski ve yeni mimari; biri sanat diğeri kitsch…

Görmek, bakmaktan farklı olarak bilişsel bir eylem. Zihnimiz çoğu zaman biz istemesek de durmadan çalışıyor. Kısacası görmek zorundayız binaları, kalabalık caddeleri ve üst üste yığılan beton yapıları… Baudelaire, penceren gördüğü çiğ renkler karşısında “bu renkler gözlerim içim dayanılmaz bir ıstırap kaynağıydı” diyordu. Oysa her gün ağardığında çiğ binalarla yeniden karşılaşıyoruz. Estetik dışı bir forma alışıyoruz sürekli, kurbağa deneyindeki gibi. Zıplamadan ölebilir insan!

Prag
Postmodernist bir şairden mimari ve bu mimarinin kaynaklık ettiği müziğin sesini açmasını beklemek okuyucunun en doğal hakkı. Schelling mimariyi, “donmuş/taşlaşmış müzik” olarak tanımlıyor. Mimari doğası itibariyle bir sukutu barındırsa da sesi ve müziği de duyurur. Yani bu sükûn kadar hareketin de inşası demek.[i] Melodinin, uyumun ve ahengin inşası… Peki ya günümüz mimarisi? Ahenk yerine uyumsuzluk, müzik yerine gürültü inşa ediyor. Bu; gürültüden, betonlaşan ve mekanikleşen modern dünyadan şiirin kanatlarında kaçmayı kaçınılmaz kılıyor. Modern dünya yok oldukça; yani görünür görünmez hale geldikçe unutulan eski dünyaya eski mimariye kapı aralanabilir.

Manchester ve New York’tan sonra yolu İstanbul’a uğrayan John Ash’e kulak verelim.

“İstanbul’da / sık sık yaşanan elektrik kesintileri / hepimizi romantikleştirdi. / Döndük yeniden kaleme ve kağıda, / basit basılı sayfalara / mum ışığında yıkanan, / sustuğu için makinalar / hepimiz başladık kendimizi / Osmanlı, hatta Bizanslı hissetmeye”[ii]

Modern insan ise durmadan doğasını tahrip ediyor. Modernleşirken uygarlık ve doğa kaçınılmaz bir çatışma içinde. Bu çatışmadan ortaya çıkan imar geçmişinden koptukça kimliksiz bir yığına dönüşüyor. Oysa “her doğal şey kesinlikle güzeldir”.[iii] Şairin görünür betonlaşma tehlikesi karşısındaki tepkisi ise kaçınılmaz olarak eskiye ve doğaya özlem:

“evler düş görürse/ bir kıra bir tepeye açılır kapı / bizi betona bağlayan yitirdiğimiz nedir? / toprak ayakları rüzgâr saçları özler”[iv]

Şiiri ve şehri ortak paydada buluşturan, bir söylem olmaları… İkisinin de öznesi insan. Şair söylemi kendi yaşadığı duygular çerçevesinde değerlendirip yorumlar. Şiirin dolaştığı mekânlarda, dokunduğu ve gördüğü mimaride yaşamsal bir iz arayan ve aynı zamanda sosyal bir duyarlılık sahibi olan özneyle karşılaşırız. Schopenhauer’a göre “nesnenin ne kadar bilincindeysek öznenin o kadar bilincinde oluruz”. Sorun ise bugün bilincinde olabildiğimiz nesnelerin estetik formdan uzaklaşarak kitschleşmesi.

Bir üslup yitimi yaşıyoruz. Beş şehirde de Tanpınar İstanbul’dan bahsederken yitirdiklerimizden yakınmaktadır: “Biz şehir fikrini kaybettik. Nerede o eski İstanbul? Haraptı, fakirdi ve biçareydi. Fakat kendine göre bir üslubu vardı.”[v]

John Ash
Batıda şehirler eski fonksiyonlarını yitirse de mimari özelliklerinde, geçmişlerinden kopmadan günümüze uzanıp şiire kaynaklık ediyor. Mimari, postmodernizmin doğuşunun ve modernizm-postmodernizm ilişkisinin izlendiği temel alanlardan biri; hareketleri, renkleri, dekoru ve sonuç olarak binalardan, şehirlerden aldığımız hazzı tekrar yaratır. Eski mimarisiyle şehrin şiire nasıl kaynaklık ettiğine yine Ash’in “Bina” şiirinde bakalım:

“Viyana, Petersburgh, ölü Milet, Anuradhapura ve gururlu Tiganocerta… / Ve bunlar artık merkezi değiller ne yönetimin ne askeri / operasyonların ya da bürokrasinin. Şu an sadece keyfini sürmek için varlar / - gül çalılarının, asmaların ve yasak eğlencelerin mekanı onlar / nazik ve barbar şehirler”[vi]

Şiir ruhsuz mimari, betonlaşma ve kimliksizlik karşısında bir direniş haline dönüşüyor. Şehirlerimizin ise artık ne olduklarına karar vermelerinin vakti geldi geçiyor. Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarına, yeni mi eski olduklarına,  hangi eskinin devamı olduklarına..
.
Artık bizim kadar İstanbullu olan Ash’in İstanbul için çizdiği tabloysa karasızlığın özeti sanki:“İstanbul mütemadiyen olmadık yönü ile yüz yüze gelmektedir. Boşluk, göç, sürekli olamayış. Buna göre ruh hali bir zamanlar imparatorluk geçmişine iyice kök salmış durumdadır ve mimari mirasının varlığını korumaktadır; ama aynı zamanda esen rüzgâr gibi kararsız ve dönektir.”




[i] Cündioğlu, Düccane. Mimarlık ve Felsefe, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014  
[ii] Ash, John.  The Anatolikon / Anatolikon, YKY, İstanbul, 1999
[iii] Schopenhauer. Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010
[iv] Günerigök, Hamza. “Z9” Şiiri
[v] Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, Dergah yayınları, 2014 
[vi] Kennedy, David. New Relations: The Refashioning of British Poetry 1980-94. Bridgend: Seren-Poetry Wales, 1996.


(Hece Dergisi, Sayı 221)

26 Ekim 2015 Pazartesi

ŞAİRİN ROMANI

“Romanlar ikinci hayatlardır” diyerek başlıyor Orhan Pamuk,Saf ve Düşünceli Romancı'da. Okuduğumuz her romanda bize ait bir iz bulduğumuz ölçüde mutlu oluyoruz. Hayatımızın renkleri, hayal dünyamız, yönelimlerimiz bizi bir romana yaklaştırır yahut ondan uzaklaştırır. Bu en azından biz okurlar için böyledir. Romancıysa romanıyla bir manzara resmeder gibi kendi iç dünyasını, nesneler karşısındaki duruşunu, eşyayı ve durumu algılayışını ortaya koyar. Bu yüzdendir ki Stendhal“yolda gezdirilen bir ayna” olarak niteliyor romanı.
Romancı, yanında taşıdığı aynayla yaşadığı reel dünyanın dışında -içinde demek belki de daha doğru olacak- yeni bir dünya inşa ediyor. Bu dünya, yeni bir biçime kavuşabildiği ve fantastik olabildiği ölçüde sahibini özgür kılıyor. Rilke gibi söylersek, “görünenden” “görünmeyen” damıtılıyor. Romancının yaptığı tabloda yazar ya da kahramanı bir şair ise yazarın fırça darbelerinin arasında şairin varoluşsal kaygılarını görmek pekâlâ mümkün... Wallace Stevens’in dediği gibi “Doğa ve hayal gücü arasında hep bir analoji olmuştur ve belki de şiir bu paralelliğin tuhaf bir boyutudur.”
Şairin Romanı’nda şair Bendag da şiirine damıtabileceği gözlemlerini bir resim öncesi desen çalışır gibi betimliyor. Bendag’ın hep kulak verdiği ustasının bir sözü de zihninde ilk günkü diriliğiyle asılı: “Sözcüklerin aynasına bakmayı bilmeyenlerin yazdığı şiirden ne olacak?”Şairin Romanı’nı önemli kılan nokta da burada… Sözcüklerin aynasında Murathan Mungan’ın şiirinin izleklerini taşıyan bir şiir kılavuzu denilebilir Şairin Romanı için.
Bir şairin tasarlayacağı ütopik dünyayı hep merak etmişimdir. Şairin yaşamak istediği gezegen neresidir? Bir şair nasıl bir ülkeyi yurt edinmek ister? Günümüzde hak ettiği değeri göremeyen şiir, şairin ülkesinde nasıl bir konumdadır?
Adı Yerküre olan bir gezegende, Anakara ülkesinde yaşanılıyor her şey. Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde her türlü zanaatın yüceltildiği gibi Anakara’da da gerçek yaşamda bulamadığımız bir ilgiyle kucaklanıyor şiir. Yazarın inşa ettiği Anakara’da herkes şair olmak istiyor; ancak şair olamayanlar başka bir uğraşa yöneliyor. Dünyayı şiirle gören ve hayatı şiirle kurgulayan bir bakış açısı var romanda. Şiirler de hak etikleri yerde kale burçlarında, köşe binalarının yüksek duvarlarında herkesin görüp okuyabildiği gösterişli bayraklarla dalgalanıyor. Romanda şiirler dilden dile dolaşarak ölümsüzlük kazanıyor, kentler şiirle inşa ediliyor ve ölümler de şiir uğruna…
Şair Bendag'ın elli yıl sonra, yüz yaşında döndüğü ülkesine, Anakara'ya ayak basmasıyla başlıyor roman. Bendag Anakara’da son yıllarını şöhretten uzak, bir gölge gibi yaşayarak ve şiir soluyarak geçirmek istemektedir. Bendag, son kez Odragend şehrine, Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’ne katılmak üzere yola koyulur. Bir başka usta şair Moottah da yirmi yıllık inzivadan sonra yanına aldığı Zeey ve Tagan'la şiire ve bilgeliğe dair bir yolculukla Odragend’e gitmektedir. Şiir, bir yolculuk hali ve ruhları sağaltan bir eczaya dönüşüyor romanda süren yolculuk boyunca.
Romanda her karakter, şiirin etrafında dolaşan ve şiire dokunmaya çalışanlara örnek alabileceği bir kimlik sunuyor. Şiirini ispat etmek isteyen herkes önce Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulmalıdır. Kuyuya okunan şiirler sahibinin sesiyle dönebiliyorsa artık şairlik kimliği kazanılmıştır. Bendag bilgeliği, şöhretten uzak duruşu, yıllar geçse de ustasından öğrendiklerine bağlılığıyla idealize edilen karakterlerden biridir.  Onüç Dolunaylı Yıl Şenlikleri’nde yaptığı konuşmayla asker şair Agabu’nun işlediği suçları açıklamak da ona düşer. Gerçek şairin hak ettiği değeri bulması için şiirsel bir adaletle yapar bunu. “Hayatın adaleti var mı, emin değilim, ama şiirsel adalete her zaman inandım” der. Agabu, şiirlerini kıskandığı için genç şair Serhenas’ı öldürmüş, onun şiirleriyle şöhrete kavuşmuş, karısı Zeheyra’yı da bu uğurda öldürmüş ve Şairin Kuyusu’nda sesinin yankısını bulamamıştır.
Yazarın çizdiği bu ütopik ülkenin bir ruhundan bahsedilecekse o da mutlaka şiirdir. Roman, Mungan’ın bir romancıdan ziyade bir şair olduğunun itirafı...
Bir roman olarak kuşkusuz anlatım biçimine, kahramanlara, mekânlara ve olay örgüsüne dair çok şey söylenebilir Şairin Romanı için; ama romanı cazip kılan bir şiir kılavuzu olarak okunabilmesi. Bunu şiirin incelikleriyle, isimlerle, kentlerle, bitkilerle yeni bir dil inşa ederek başarıyor yazar. Bu yüzden neredeyse her karakter şair olarak yer alıyor romanda. Yazara göre “şairlerin ortalığa hâkim olacakları saatler ise herkesin uykuda olduğu saatlerdir. Gece yarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanır şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar.” Ancak karanlıkla aydınlık arasında hep o ince çizgi vardır. “Şairler karanlık vakitleri kovalasa da ışığı da hep gözetirler. Şiir ışıktan doğar çünkü.”
Şair, sadece gören de değildir. Moottah: “iyi şairler, körlerin kulaklarına sahiptirler. Olmalıdırlar. Toprağı olmak, şair olmaya yetmez; kulağı da olmalıdır bir şairin”diyor romanda.
Yazarın şair kahramanı Moottah’ın ağzından oluşturduğu “çömlek” metaforu da önemlidir. Şiir çömlek gibi anayurdun toprağından yapıldığı halde başka topraklarda, Anakara’nın ve Yerküre’nin her yerinde kullanılabilir olmalıdır. Yalnızca kendi toprağında okunabilir olmak, iyi şiire yetmez.
Murathan Mungan’ın şiir, bilgelik ve incelikle inşa ettiği dünyayı yaşadığımız dünyadan farklı ve ütopik kılan, kentlerin kale burçlarındaki şiir flamalarıyla tanınması, herkesin şair olmayı arzulaması ve şairlerin en üst konumda tutulması. Anakara’yı ve Şairin Dünyası’nı yaşadığımız, gerçek dünyayla aynı kılansa şairlerin şairleri öldürmek için kelimeleri keskin bir kılıç gibi kullanmaları. Bu cinnet hali hep devam edecek. Kim bilir? Belki de şiiri cinnet besliyor.

(Hece Dergisi, Sayı 218)

25 Ekim 2015 Pazar

RİLKE İLE GÖRMEK

Rilke
Yazarları ölümsüz kılan aradan yıllar geçse de okuyucuyla aynı dili konuşmaları. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda Prag’da doğan bir şairde kendi yaşımızı, nesneler karşısındaki bakış açımızı, kendi sesimizi arıyoruz. Pekâlâ, ölmüş bir şair kitaplarımızın sayfalarına dokunarak dolaşabiliyor odamızda. Bu bir dostluktur ve kimi zaman çevirmenlere borçlu olduğumuz bir dostluk. Bir kitap ne kadar yazarının sesini taşıyorsa o kadar da çevirmeninin soluğudur. Ahmet Cemal, Türkiye’de çeviri denilince akla ilk gelen isimlerden biri.  Stefan Zweig’den İngeborg Bachman’a, Franz Kafka’dan Nietzsche’ye,  Geothe’den Rilke’ye birçok isim onun zengin çevirileriyle kültür dünyamıza girip bizden biri oldu. İş Bankası Kültür Yayınları, Ahmet Cemal’in daha önce 1994 yılında çevirisini yaptığı Rainer Maria Rilke’nin Bütün Şiirlerinden Seçmeler’i bu yıl yeniden okuyucuyla buluşturdu. 

Rilke’yi bilenler şunu da bilirler ki Rilke, her okunuşta yeni bir anlam ve yeni bir tat vadeder. O halde Rilke’ye yeniden bakmalı, Rilke ile yeniden görmeli...



1875’te Prag’da başlayan, 1926’da sahibinin cismini ötelere gönderip günümüze kadar güncelliğini koruyan bir görme biçimi denilebilir Rilke için. 4 Aralık günü Prag’da dünyayı görmeye başlıyor Rilke. Yaşadığı 51 yıllık hayat Avrupa’nın durmadan şekillendiği imparatorlukların yıkıldığı, kozmopolit ve geçişken bir kültürün derinden hissedildiği, "düş ve gerçeklik”[i] arasında gidip gelinen bir dönem. Rilke’yi yaşadığı dönemin değişimlerine indirgemek şairin söz ustalığına bir gölge gibi inebilir.

İlk şiir henüz 16 yaşındayken bir Viyana gazetesinde vücut buluyor. Ardından birbirini takip eden ve Duino Şatosu’nda, ağıtlarla taç giyen diğer şiirler. Rilke, ilk şiirinin yayınlanmasından 13 yıl sonra Malte Laurids Brigge'nin Notları'nda genç Malte’nin ağzından neyin şiir olduğunu, şiirin gençliğin tutkularından daha yüksek bir yerde durduğunu anlatıyordu.  Henüz yolun başında şiirin ardından koşan gençlere bir kılavuz oluyor Rilke : “Ah gençken yazılan mısraların değeri nedir ki! Beklemeli bütün bir ömür boyunca anlam ve lezzet toplanmalıydı ve sonra, en sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların sandıkları gibi, duyguların değil (duygu erkenden vardır birçok kişide), yaşamış olmanın verimidir. Bir mısra yazabilmek için insan, birçok şehir görmeli, insanları, nesneleri görmeli, hayvanları tanımalı, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli, küçük çiçeklerin sabahları açarken nasıl titreştiğini bilmeli.”[ii] Yaşamış olmanın verimi için Prag’dan sonra farklı şehirlere uğruyor Rilke’nin yolu. Viyana, Münih, Floransa, Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba, Kahire bu molasız duraklardan bazıları. Bu duraklarda birçok mekân, birçok insan, birçok nesne, birçok görünen biriktiriyordu şair. Durgun göllere varmak ise sonsuzluğa bırakılıyor. Bu yolculukta adres sorulan isimlerden biri de Hödler’dir. “Hödler İçin” şiirinde: “Yazılmamıştır mola vermemiz, en yakın duraklarda, / gerçekleşen düşlerle yetinmeksizin, sarılır ruh yenilerine, / sonsuzluktadır ancak durgun göllere varmak.” diyen şair bu dünyada en büyük beceriyi düşleri sürdürmekte arıyor.

Rilke’nin yolculukları şiirsel bir varoluşa dönüşüyor. Şiiri ne kadar ödünsüz ise kişiliği de o ölçüde özgür ve hudutsuz.  Önemli çağdaşları var Rilke’nin. Stefan Zweig, Robert Musil, Karl Krous, Hermann Broch, Franz Kafka... Çağdaşı Stefan Zweig anlatıyor: “Zamanımızın zengin ve başarılı şairlerinden hiçbiri, kendini hiçbir yere bağlamayan Rilke kadar özgür değillerdir. Onun ne alışkanlıkları, ne adresi ve aslında ne bir vatanı vardı; İtalya’da, Fransa’da ya da Avusturya’da aynı rahatlıkla yaşayabilirdi ve nerede olduğu hiçbir zaman bilinmezdi. Onunla karşılaşmak hemen her zaman bir rastlantıya bağlıydı.” Bu bir kaçış, aynı zamanda bir arayış.
Malte Laurids Brigge'nin Notları

Rilke, mekanikleşen bir dünyada insanın çevresinin, sokakların, kırların, nesnelerin kısacası tüm görünenlerin farkına varmaya kapı aralıyor. Yazdığı şiirlerle sadece Avrupa edebiyatına değil, bütün dünya edebiyatına mal oldu ve edebiyatta belirgin ayak izleri bıraktı. Bu etkinin en büyük nedenlerinden biri de Rilke'nin şiirlerinin şifrelerini düzyazılarında okuyucuya fısıldaması ve şiirsel üslubunu yazılarında da egemen kılması. Yeniden Malte Laurids Brigge’ye kulak verelim: “Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor.”[iii] Görebilmek, görünen ve sıradan olanı büyülü bir dünyaya davet ediyor. Ve ondandır ki “Biz Görünmeyen’in arılarıyız; Görünen’in balını çılgınca devşiririz; onu Görünmeyen’in altın kovanına toplamak için!” diyor. Şiir onun için bir altın kovandır. Şair ise altın kovanın bal arısı… Şairin en büyük özelliği ise istediği çiçeğin özüne ulaşabilecek kadar özgür olmasıdır. Bu bal devşirme yolculuğunda Rilke’nin yanına aldığı “militan yalnızlığım”[iv] dediği azığıdır.

Rilke’nin sahip olduğu görme biçiminde sanatının ölçütünü nesnel dünya oluşturuyor. Çağdaşlarıyla sürekli bir etkileşim içinde olan Rilke’nin ünlü Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in plastik sanatından etkilenerek, nesneye farklı bir bakış açısı kazanması bu nesnel ölçütte belirleyici olmuştur.[v]  Rilke simgesel içeriğinden dolayı şiirlerin dilsel bütünlüğü içinde kavranabilen nesneleri içsel deneyimler şeklinde biçimlendiriyor. Dışsal olgusallığın içsel bir deneyimle sanata, şiire dönüşmesine Duino Ağıtları, Orpheus Soneleri, başka şiir ve yazıları da tanıklık eder.

Ahmet Cemal’in çevirisi, Rilke’nin tüm şiirleri arasından şiirlerin çıkış tarihleri gözetilmeksizin yaptığı bir seçki. Çevirmen Hercai Şiirler adını verdiği ilk bölümde bu şiirleri, “gönlünün çektiğince” bir araya getirdiği notunu düşüyor. Bu bölümde şairin yakınmaları, kaderle, zamanla, yalnızlıkla hesaplaşması vardır. Ölüm ve ölümsüzlük de yine aynı potada eritiliyor. “Kaderdir bu rüzgârın estirdiği; bırakın, gelsin, / gelsin ne varsa tutkulardan ve körü körüne, / ne varsa uğruna yanıp tutuştuğumuz: -gelsin.” “Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi. /  Yaralanıyorum her kanat çırpışınla. / Ama kalınca yalnız, söyle, neye yarar ki, / dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?”

Hercai Şiirler bölümünden sonra Duino Ağıtları yer alıyor çeviride. Duino Ağıtları yirminci yüzyılın en büyük edebi eserlerinden biri kabul edilir.  Modern dünyanın insanı olmak sorgulanıyor ağıtlarda. Temeli Adriyatik Kıyısındaki Duino Şatosu’nda denizin uğultusuyla atılıyor; ama bitirmek öyle kolay değil. On yıl sonra İsviçre’de Muzot Şatosun’da tamamlanıyor ağıtlar.

Rilke Duino ağıtlarında “Görünenler” karşısında derinleştirdiği iç sesini birilerinin duymasını istiyor. Bu iç sesin Rilke’nin hayatıyla yakından ilgi olduğuna şüphe yok. Haykırmalar yıllardır biriktirilen bir varoluşu da temsil ediyor. Dış dünyayı dönüştürmeye çalışan bakışlar artık şairin kendisine de dönmüştür. Rilke’nin hitabı ise artık bambaşka bir kata ulaşma çabasındadır: “Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?”

Çeviride sadece “Dördüncü Ağıt” ve “Altıncı Ağıt”ın kapısı aralanıyor. “Dördüncü Ağıt”ta parçalanmış bir “Ben” duygusu var. Bu varoluşsal bölünmede içe dönen bakışlara şairin tedirginlikleri ve korkuları da eşlik eder. “Kim korkmamıştır otururken kendi kalbinin / perdeleri önünde?”  “Bilinç” bir acı kaynağıdır. Bu acı bir tek çocuklara ve ölmekte olanlara dokunmadan geçer. Altıncı ağıtta ise şair “kahraman” insan kavramını irdeler. Kahraman sıradanlığın, yetersizliğin karşısında güçlü bir nehirdir. Kahramanı kahraman kılansa varoluşunu gitmelerle dolu olması. “ Şaşılası bir yakınlık vardır kahramanla genç / ölüler arasında. Süreklilik / değildir kahramanın çabaladığı. Gidişi varoluştur; / hep alıp götürür kendini ve hep bir başka tehlikenin / burcudur girdiği”

Kitapta 1663 yılında Montecucoli’nin Osmanlılara karşı düzenlediği sefer sırasında ölen ve kendi atalarından olan bir soylunun yazgısından esinlenerek yazılan Sancaktar Cristoph Rilke’nin Aşkı ve Ölümü Üzerine Bir Ezgi, Resimler Kitabı ve Saatler Kitabı’ndan şiirler de var. Rilke’nin Duino Ağıtları’ndan önce yazdığı bu şiirler bir geçiş dönemi olarak değerlendirilebilir. Son bölümde ise şairin yaşamının sonunda dile gelen Orpheus’a Sone’den bir şeçki yer alıyor. Duino Ağıtları’nın tamamlandığı Muzot Şatosu’nda yazılıyor Orpheus’a Sone.

Rilke’nin şiirini önemli kılan yaşama şeklinin de en az şiiri kadar önemli olmasıdır. Hep şiiri için yaşamış ve gördüğü her şeyi şiirin altın kovanına toplamıştır o.

Rilke Muzot şatosunda kalırken bir gün şiirlerine tutkun bir kadın Rilke’yi görmeye gelir. Rilke teşekkür için şatonun bahçesinden gül toplar. Eline bir gül dikeni batmıştır ve ağrısı arttığı için hekime görünür. Hekim o kara haberi söyler. Rilke kan kanseridir ve hastalık ilerlemiştir.  İki ay sonra 29 Aralık 1926 Rilke’nin ölüm tarihi olarak geçer kayıtlara

Ve bu yazının son cümlesine de bir mezar taşı konulmalıdır. Rilke’nin kendi yazdırdığı mezar taşı:

Rose, oh reiner Widerspruch, lust, / niemandes Schlaf zu sein unter soveil / lidern.

"Gül, ey saf çelişki, / hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci / onca gözkapağı altında."





[i] Rainer Maria Rilke, Bütün Şiirlerinden Seçmeler, ( Çev. Ahmet Cemal ), İstanbul, 2014, S. xi
[ii] Rainer Maria Rilke, Malte Luorids Brigge’nin Notları, Çev: Behçet Necatigil, 4. Basım, İstanbul, 2012, S. 21
[iii]Rainer Maria Rilke, a.g.e. S. 11
[iv] Rainer Maria Rilke, Seçilmiş Şiirler - Duino Ağıtları, ( Çev. Turan Oflazoğlu ), İstanbul, 1997, s.7.
[v] Funda Kızıler, “Rilke’nin Duino Ağıtları Üzerine Bir Yakın Okuma”, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 1: 2005


(Hece Dergisi, Sayı 216)

SALLANAN AT





















Sallanan tahta atın. dıgıdık
yelesini üflüyor perde
bir düştür bu
küçük bir çocuğa üşüşmüştür
Rosinante değirmenlere yürümüştür
sınırlar birer engel cennete

düşündeki dünyada
bütün bayrakları indir
vatansız dolaşalım seninle
coğrafyada çizgisiz çizilsin haritalar
hayâl hakikatten daha kolay değil mi?

Sallanan tahta atın. dıgıdık
bir masala üç elma
sağaltıp dipsiz  pencere
içi gök dolu su kova
yıldız suyu emdirip
atlara, çocuklara, madencilere

işte atın burada sen buradasın
ben tuttuğun yelesinde düşün
iki binici çok bu şiirde
o zaman atını düşün sürsün
düşün erek yok o lâlım

Sallanan tahta atın. dıgıdık
güneye inerken yumruklayalım
gizlenen kapıları şiirde
şiir mabedi duyguların
yalnızlık dua ediyor
Şam'da terkedilmiş bir evde

Sallanan tahta atın. dıgıdık
atını bağlasın görkemli büyücü
kuşkuyla bakıyoruz ölümlüye

(Hece Dergisi, Sayı 216)