Bursa |
Şehirlerimiz geçmişini yitirerek büyüyor. Bir şey başka bir
şeye eklenmeden diğerini yıkarak genişliyor. Londra, Roma, Madrid, Viyana,
Varşova ne kadar geçmişine tutunmaya çalışıyor ise biz de aynı hızla İstanbul’u
ve diğer kentleri geçmişinden koparıyoruz. Kendini yani özünü yitiren bir kent
şiire nasıl kılavuzluk edebilir?
Şair özünü ve estetik mahiyetini kaybeden kentlerde bir tehlikeyle
yüz yüzedir. Belki de bu yüzden Rilke “sanat yapıları tehlike içinde bulunuyor
olmanın ürünleridir” diyor. Tehlike, yığınlaşma ve betonlaşmayla gelen kültür
yitimi…
Sanat eserleri ve mimari yapılar, birer ifade vasıtası
oldukları kadar toplumsal kimliğe de ayna tutar. Mimari, salt taşları ve betonu
bir araya getirmek değil bunu aynı zamanda bilinçle yoğurabilme becerisi. Sadece
kendini düşünen bireyin estetik ve ahlaki olma vasfını taşıması beklenemez.
“Bencil insanın beğeni duygusu olmaz” diyor I. Kant. Estetikten yoksun ve
felsefi olmayan bir şehircilikle yükseliyor binalar. Eski ve yeni mimari
arasında gün geçtikçe açılan mesafe ve ortaya çıkan kimliksizlik aydının ve
erdemli toplumun eşyaya ve insana olan bakış açısını yeniden sorgulamaya
çağırıyor. Eski ve yeni mimari; biri sanat diğeri kitsch…
Görmek, bakmaktan farklı olarak bilişsel bir eylem. Zihnimiz
çoğu zaman biz istemesek de durmadan çalışıyor. Kısacası görmek zorundayız
binaları, kalabalık caddeleri ve üst üste yığılan beton yapıları… Baudelaire,
penceren gördüğü çiğ renkler karşısında “bu renkler gözlerim içim dayanılmaz
bir ıstırap kaynağıydı” diyordu. Oysa her gün ağardığında çiğ binalarla yeniden
karşılaşıyoruz. Estetik dışı bir forma alışıyoruz sürekli, kurbağa deneyindeki
gibi. Zıplamadan ölebilir insan!
Prag |
Manchester ve New York’tan sonra yolu İstanbul’a uğrayan John
Ash’e kulak verelim.
“İstanbul’da / sık sık yaşanan elektrik kesintileri /
hepimizi romantikleştirdi. / Döndük yeniden kaleme ve kağıda, / basit basılı
sayfalara / mum ışığında yıkanan, / sustuğu için makinalar / hepimiz başladık
kendimizi / Osmanlı, hatta Bizanslı hissetmeye”[ii]
Modern insan ise durmadan doğasını tahrip ediyor.
Modernleşirken uygarlık ve doğa kaçınılmaz bir çatışma içinde. Bu çatışmadan
ortaya çıkan imar geçmişinden koptukça kimliksiz bir yığına dönüşüyor. Oysa “her
doğal şey kesinlikle güzeldir”.[iii]
Şairin görünür betonlaşma tehlikesi karşısındaki tepkisi ise kaçınılmaz olarak
eskiye ve doğaya özlem:
“evler düş görürse/ bir kıra bir tepeye açılır kapı / bizi
betona bağlayan yitirdiğimiz nedir? / toprak ayakları rüzgâr saçları özler”[iv]
Şiiri ve şehri ortak paydada buluşturan, bir söylem olmaları…
İkisinin de öznesi insan. Şair söylemi kendi yaşadığı duygular çerçevesinde
değerlendirip yorumlar. Şiirin dolaştığı mekânlarda, dokunduğu ve gördüğü
mimaride yaşamsal bir iz arayan ve aynı zamanda sosyal bir duyarlılık sahibi
olan özneyle karşılaşırız. Schopenhauer’a göre “nesnenin ne kadar
bilincindeysek öznenin o kadar bilincinde oluruz”. Sorun ise bugün bilincinde
olabildiğimiz nesnelerin estetik formdan uzaklaşarak kitschleşmesi.
Bir üslup yitimi yaşıyoruz. Beş şehirde de Tanpınar
İstanbul’dan bahsederken yitirdiklerimizden yakınmaktadır: “Biz şehir fikrini
kaybettik. Nerede o eski İstanbul? Haraptı, fakirdi ve biçareydi. Fakat kendine
göre bir üslubu vardı.”[v]
John Ash |
Batıda şehirler eski fonksiyonlarını yitirse de mimari
özelliklerinde, geçmişlerinden kopmadan günümüze uzanıp şiire kaynaklık ediyor.
Mimari, postmodernizmin doğuşunun ve modernizm-postmodernizm ilişkisinin izlendiği
temel alanlardan biri; hareketleri, renkleri, dekoru ve sonuç olarak
binalardan, şehirlerden aldığımız hazzı tekrar yaratır. Eski mimarisiyle şehrin
şiire nasıl kaynaklık ettiğine yine Ash’in “Bina” şiirinde bakalım:
“Viyana,
Petersburgh, ölü Milet, Anuradhapura ve gururlu Tiganocerta… / Ve bunlar artık
merkezi değiller ne yönetimin ne askeri / operasyonların ya da bürokrasinin. Şu
an sadece keyfini sürmek için varlar / - gül çalılarının, asmaların ve yasak
eğlencelerin mekanı onlar / nazik ve barbar şehirler”[vi]
Şiir ruhsuz mimari, betonlaşma ve kimliksizlik karşısında bir
direniş haline dönüşüyor. Şehirlerimizin ise artık ne olduklarına karar vermelerinin
vakti geldi geçiyor. Doğulu mu yoksa Batılı mı olduklarına, yeni mi eski
olduklarına, hangi eskinin devamı
olduklarına..
.
Artık bizim kadar İstanbullu olan Ash’in İstanbul için
çizdiği tabloysa karasızlığın özeti sanki:“İstanbul mütemadiyen olmadık yönü
ile yüz yüze gelmektedir. Boşluk, göç, sürekli olamayış. Buna göre ruh hali bir
zamanlar imparatorluk geçmişine iyice kök salmış durumdadır ve mimari mirasının
varlığını korumaktadır; ama aynı zamanda esen rüzgâr gibi kararsız ve dönektir.”
[i]
Cündioğlu, Düccane. Mimarlık ve Felsefe, Kapı Yayınları, İstanbul, 2014
[ii] Ash,
John. The Anatolikon / Anatolikon, YKY,
İstanbul, 1999
[iii]
Schopenhauer. Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010
[iv]
Günerigök, Hamza. “Z9” Şiiri
[v]
Tanpınar, A. Hamdi. Beş Şehir, Dergah yayınları, 2014
[vi] Kennedy, David. New Relations: The Refashioning of British Poetry 1980-94.
Bridgend: Seren-Poetry Wales, 1996.
(Hece Dergisi, Sayı 221)